Dücane Cündioğlu Eleştirisi

Türkiye’de, aydınlar arasında yapıcı bir tartışma ne yazık ki pek yapılamıyor. Çoğunlukla kısır sataşma veya birbirini görmezden gelme tavrı gözlemleniyor. Yapılması gereken bilgiçlik değil, hakikatin bulunmasını önemsemektir.

Bilgilerimiz ancak karşılıklı “tartma” veya ortak düşünsel bir elekte “eleme” yoluyla zayıf yanlarından arınarak zenginleşebilir.
Nisan ayında, Dücane Cündioğlu ile Youtube üzerinden yaptığımız tartışma, her iki taraf açısından da “görüşlerin tam olarak ifade edilemediği” bir buluşma olmuştu. Nitekim Dücane Bey, ortak programdan bir hafta sonra, “orada söyleyemediklerimi şimdi söylüyorum” diyerek görüş ve eleştirilerini, iki saatlik bir canlı yayında ifade etti.

Ben de “orada söyleyemediklerimi” yazılı olarak sunmak istedim.[1]

Kavramları Çarpıtmak

Önce Dücane Cündioğlu’nun söz konusu dört programda dile getirdiği görüşlerini özetleyelim:

Dücane Bey, konuşmalarında sürekli dinle Marksizmi aynı kategoride değerlendirerek Marksistlerin, “felsefeye yeteneksz olduklarını” ileri sürdü.

Yine Cündioğlu, “Marksistlerin, kendi ideolojilerinde herhangi bir değişiklik yapamayacaklarını, nasıl ki din adamları, kendi kutsal kitaplarını sadece yorumlamakla yetindikleri gibi Marksistlerin de ancak Marx ve Engels’in yazdıklarını yorumlamakla yetineceklerini, bunu da argo bir terimle, “sıvama” yapabileceklerini ifade etti.

Öte yandan Cündioğlu, Kant’ın “göçebe ve şehirli” metaforundan hareketle, “felsefede, herhangi bir öncül ilkeden hareket edilemeyeceğini; felsefenin kuşkuculuk olduğunu, dolayısıyla hiçbir felsefi kalıba, dogmaya veya sınıra bağlı kalınamayacağını; bir felsefeci açısından da, herhangi bir dine veya ideolojiye bağlanmanın, kendi özgürlüğünden vazgeçmek anlamına geleceğini ve hatta insanların felsefeyi, ancak “kendini inkar ederek” yapabileceğini ve bunu da ancak “göçebe ruhuna sahip felsefecilerin yapabileceğini” vurgulamıştır.

Kısacası Dücane Cündioğlu’na göre “felsefeye, ancak kendisi gibi kendini inkar edebilmiş insanlar yeteneklidir.” Cündioğlu’na göre sonuçta “felsefe kuşkuculuktur ve kendini, tarihte hep olduğu gibi mevcut yapı ve şehirleri yıkmakla” ortaya koymuştur.

Ayrıca kendisine yaptığım itirazda, “aslında dogma içermeyen hiçbir felsefi ilkenin olamayacağı ve her filozofun kendi dogmasıyla hesaplaşırken, ister istemez yeni dogmalar inşa etmek durumunda kaldığını”, örneğin “Platon’un dogmasının ‘idealar dünyası’, Farabi’ninkinin ‘tanrısal vahiy’, Descartes’ınkininse ‘ruh-beden düalizmi’” olduğunu belirttiğimde, Cündioğlu bunların, “dogma değil, aksiyom olduğunu” ileri sürmüştü. Bu da göstermektedir ki ki Cündioğlu, felsefenin en temel kavramlarını da işine geldiği gibi tanımlamaktadır.

Baştan iki kavramı (doğma ve aksiyom) açıklığa kavuşturalım:

Önce “dogma” nedir?

Felefe sözlüklerinde “dogma” şöyle tanımlanmaktadır: “görüş, düşünce, bağlayıcı tez, inanç ve ideolojik yapıların tartışılmaz gördükleri öğreti, doğa üstü güçlerin yaratıcı olduğunu kabul eden ve tartışılmaz addeden inanç öğretisi.”[2]

Kant’a göre dogma: “deneyim ve izlenime önem vermeden ileri sürülen metafizik tez”dir. Üstelik Kant, kendi dogmalarından nasıl kurtulduğunu şöyle anlatmaktadır: “Bütün açık yüreklilikle itiraf ediyorum ki, içinde tatlı tatlı uyumakta olduğum dogmatik uykumdan beni uyandıran David Hume olmuştur. Onun sayesinde felsefi incelemelerim bambaşka bir yol almıştır.”[3] Demek ki Kant bile eski görüşlerini dogma olarak görebilmektedir. Peki sizce Kant’ın hiç mi dogması kalmadı?

Yine Almanya’nın saygın bir felsefe sözlüğü, Sofist Protagoras’ın öğretisinden bahsederken, şunları yazmaktadır: “Sofist Protagoras, bazı Sokrates öncesi filozofların dogmatizminin karşısına, kendi insan merkezli pozitivizmini koymuştu…”[4] Görüldüğü gibi felsefede dogmatizm, dinlerdeki gibi değişmez kurallar silsilesi olarak değil, önkabuller veya ilkeler olarak da anlaşılmaktadır.

Peki şimdi, felsefecilerin dogmalarına ne tür örnekler verilebilir? Örneğin “Evreni tanrı yarattı” tezi bir dogmadır. Ya da, “Her insanın bir ruhu vardır” tezi de bir dogmadır. Şimdi Platon’un, Descartes’ın, Kant’ın dogmaları var diye, onların felsefeye yeteneksiz olduğu söylenebilir mi? Bu nasıl bir mantıktır değil mi?

Peki, bu tezler, Cündioğlu’nun iddia ettiği gibi aksiyom mudur?

Kuşkusuz hayır! Çünkü aksiyom: “Kanıtı kendisinde içkin olan, bu yüzden de açıklanması gerekmeyen teorem”dir.

Örnek: “Bir doğal sayıdan sonra gelen ardışık sayı da doğal bir sayıdır.” Yani 1,2,3,4,5,6,7,8,9+n gibi sayılardan sonra gelen her sayı da doğal bir sayıdır. Bu teoremin ispata ihtiyacı yoktur. Ya da: “Aynı düzlemde birbiriyle kesişmeyen iki doğru, birbirine paraleldir.” Evrenin neresine oturtursanız oturtun, birbirini kesmeyen iki çizgi paraleldir. Paralel olmayan çizgilerse, en sonunda evrenin herhangi bir yerinde birbirini kesecektir.

Bu durumda, “dogma” ile “aksiyom” arasındaki anlam farkı nedir? Dogmalar, esas olarak inanç ve ideolojiler için kullanılırken, aksiyomlar ise daha çok teorik, felsefi ve bilimsel alanlarda açıklanmaya muhtaç olmayan öncüllerdir.

Görüldüğü gibi Cündioğlu, her iki durumda da kavramları ya yanlış ya da işine geldiği gibi kullanmaktadır. Videolara yapılan yorumlardan da anlaşılacağı gibi, izleyeciler çoğunlukla, konuşmanın içeriğinden çok retoriğine önem vermektedirler.

Demek ki ne Platon’un “idealar dünyası” ne Descartes’ın “ruh ve beden ikiliği” ne de Leibniz’in “evrenin bütününün birbiriyle mükemmel uyumu, tanrının iradesiyle yaratılmıştır” önermeleri aksiyomdur. Çünkü bunlar kanıtı kendinde olan aksiyom değil, dogmatik varsayımlardır.

Marksizm Modern Din mi?

Peki, Marksizmin dogması var mı?

Kant’ın, Platon’un, Descartes’ın, Hegel’in dogması olur da Marksizmin olmaz mı? Aslında, bütün filozof ve felsefi akımların dogmaları vardır, hatta her bilimsel tez bile kendi içinde dogma taşır. Dogma, her ne kadar onu ileri süren sahibi tarafından “doğruluğuna inanılan tez” olarak ileri sürülse de, aslında o değişebilen veya değişmesi mümkün olan ilkedir. Neticede dogma içermeyen ne bir felsefi akım ve ideoloji ne bir siyasal ve sanat öğretisi ne de bir edebiyat ve eğitim kuramı vardır.

Neticede böyle olmasaydı ne Kant ne ibn Sina ne de Spinoza kendi dogmatizminden kurtulabilirdi.

Kuşkusuz “Allah kelamı” olmayan Marksizmin de daha ilk anlardan itibaren dogması vardı ve gelecekte de olacaktır. Marksizmin, belki de onu diğer bütün idolojilerden ayıran temel özelliği, onun günün koşullarına uymayan dogmalarının olabileceği ihtimalini,  hesaba katmış ve bunu da açıkyüreklilikle dile getirmiş olmasıdır. Marx ve Engels, kendi teorilerinin, “bilimsel sosyalist teori” olduğunu ilan ettikleri anda, aynı zamanda o teoriyi, “kemirilmek” üzere zamanın koşullarına teslim ettiklerini de ilan etmiş oluyorlardı. Zamanın kemirerek ortadan kaldırmadığı teori, tez ve ilke var mı?

Nitekim Marx ve Engels de, kendi tezlerinin, “görecelilikten” başka bir anlama gelmeyen, “diyalektik materyalist” veya “tarihsel materyalist” ilkeler temelinde inşa edildiğini belirtmişlerdir.
Peki Marksizmin felsefi ilkeleri ne anlama gelir?

Marksizmdeki “diyalektik” kavramı, ne antikçağdaki ne de İslam felsefesindeki gibi iki karşıt fikrin birbirine üstün gelmek için ortaya koydukları atışmadır. Marksizmin diyalektik anlayışı Hegel’den alınmadır. Hegel, diyalektik yöntemi, zihinsel dönüşüm ve kavramlardan hareketle toplumsal alanlara uygularken, Marx, Hegel’in başaşağı duran diyalektik yöntemini “ayakları üzerine oturtarak” onu toplumların doğasından düşünceye ve zihinsel kavramlara uygulamıştır.

Aslında diyalektik, durmaksızın değişim ve dönüşüm halindeki olguların, kendi iç çelişkilerini ya da iç karşıtlıklarını (bir’in ikiye bölünmesi) aşabilmek için kendilerini daha üst bir düzlemde (sentez) yeniden yaratması veya inşa etmesidir. Yani sürekli değişim halindeki ve çelişkilerle bezeli toplumlar (madde), kendi varlıklarını gelecekte inşa edebilmek, bir bakıma kendilerini bir üst düzlemde yeniden yaratabilmek için, iç çelişkilerini yeni bir sentezle aşmak (aufheben) zorundadırlar. Bu ilke, bir bakıma varlıkların varloluşunun koşulu ve yasasıdır. Bunu Hegel şöyle açıklar: “Nesneyi ilerleten, kendi kendindeki içeriktir [çelişki], kendi kendinde taşıdığı diyalektiktir. Şurası açıkca bellidir ki, bu yöntemin gidişini izlemeyen ve onun yalın ritmine ayak uyduramayan hiçbir açıklama bilimsel sayılmaz.”[5]

Hegel’in söz konusu önermesini, sadece maddenin doğasında değil, aynı zamanda soyut düşünce, zihinsel kavram ve felsefi tezlerde de görebiliriz. İç çelişki barındırmayan felsefi tez, bilimsel hipotez veya ahlaki önerme olabilir mi?

Peki felsefe, siyaset ve ahlak açısından iç çelişki nedir? Felsefi tezlerin, siyasi önermelerin ve ahlaki değerlerin, kendi içlerinde aşılması gereken “dogma”lar barındırdıkları gerçeği…

Maddenin zamansal ve mekansal yapısı, ancak değişebilirlik üzerinden sürdürülebilir. Zamanda var olmak her daim değişmektir. Nasıl ki varoluş kesintisiz değişimse, zorunlu olarak zihinsel tasavvurlar da sürekli değişim halindedirler.

Bu nedenle her şey, hareketin yani zamansal ve mekansal değişimin ve dolayısıyla tarihsel koşulların damgasını taşır. Bir şey varsa, o şey mutlaka tarihin içindedir. En kaçık veya en fantastik tasavvurlar bile tarihin-zamanın dışında var olamazlar.

Marksizm bu ilkeden muaf olabilir mi?

Marksizm, insanlık tarihinin zorunlu olarak birbirini takip eden toplumsal yapılardan (formasyon) meydana geldiğini ileri sürer. Her toplumsal yapı, belirli bir üretim tarzına ve bu üretim tarzının toplumsal örgütlenmesinin ifadesi olan üretim-mülkiyet ilişkilerine tekabül eder. Dolayısıyla Marksizm, her somut toplumsal durumun veya aşamanın, diyalektik yöntemle (iç çelişkilerininin analizi) ve tarihsel (zaman ve mekansal açıdan) bakış açısıyla incelenmesini öngörür. Bir toplumun üstyapısında (felsefe, siyaset, sanat, inanç, ahlak, hukuk vd.) meydana gelen her değişiklik, son tahlilde o toplumun maddi üretim ilişkilerinden kaynaklandığı için Marksizm de söz konusu değişikliği kavramak için, araştırmasını, toplumların altyapısını belirleyen üretici güçlerin (üretim tarzı) koşullarına yöneltir ki bu yönteme de “materyalist yöntem” denmektedir. Üretim tarzı tarihselse, o zaman o da değişime tabidir. Eğer bir şey tarihselse, o zaman o şey de görecelidir. Eğer bir şey göreceliyse, o zaman o şey de kendi içinde ister istemez değişmesi gereken “dogmalar” barındırmaktadır.

Bu açıklamadan sonra Marksizmin (Marx ve Engels’in eserlerindeki analizlerden hareketle) üç önemli temel ilkeye sahip olduğunu söyleyebiliriz:

1. İnsanlık tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir (Komünist Manifesto bunu ileri sürer);

2. Toplumlar, yenilenmek veya yeni bir toplumsal formasyona kavuşmak için devrimlere ihtiyaç duyarlar (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da bu ileri sürülür);

3. Kapitalizm, ezen-ezilen çelişkisinin günden güne keskinleşmesinin sonucunda, en sonunda kendi mezar kazıcıları olan emekçi sınıflar tarafından yıkılacak ve insanlık, özgürlükler dünyasına, yani sınıfsız topluma ilerleyecektir (Das Kapital bunu temellendirir)…

Her ne kadar Marx ve Engels, söz konusu ilkeleri, tarihsel koşulların ve kapitalist toplumun doğasının incelenmesinden hareketle ortaya atmış olsalar da, bu ilkelerin hiçbiri, zaman ve tarihin koşullarından bağımsız değillerdir.

Yani Marksizmin tümeli, hem tikelde sınanmalı (kanıtlanmalı) hem de yanlışlanması durumunda tümel, tikellerin gerçekliği temelinde yeniden oluşturulmalıdır. Marksizm dışındaki hiçbir siyasal ve felsefi akım, onu var eden temel ilkelerini bu kadar yalınlıkla ve cesaretle sorgulamaya izin vermemiştir. Ne yazık ki Marksizmi, ikincil kaynaktan okuyan birçok insan, Marksizmin bu gerçeğini, önyargı ve ezberlerinden dolayı pas geçmektedir.

D. Cündioğlu da Marksizmde içkin olan, söz konusu değişebilirlik özelliğini hem görmezden gelmekte hem de her konuşmasında onu tahrif ederek ve karikatürleştirerek dinlerin doğasıyla özdeşleştirmektedir.

Peki, Marksizm dogma içeriyor diye, Cündioğlu’nun iddia ettiği gibi, Marksistler felsefeye yeteneksiz mi? Bu bakış açısının, felsefeyi kavrayış açısından, ciddi sorunlu olduğunu, içinde bulunduğumuz şu son yüzyıl fazlasıyla kanıtlamaktadır. 20. yüzyılın başından bu yana felsefe, siyaset teorisi, bilim, tarih, edebiyat ve sanat kuramı adına söylenmiş ve yazılmış ne varsa, bunlar ya Marksistler ya da gençlik yıllarında Marksist formasyon edinmiş insanlar tarafından söylenmiş ve yazılmıştır.

Bu arada bir yanlışı daha düzeltmeden geçmeyelim: Dücane Beyin iddia ettiği gibi Marksizm, bir felsefe değildir; o, tıpkı liberalizm, monarşizm, cumhuriyetçilik, Kemalizm, parlamentarizm, anarşizm gibi siyasal bir akımdır.

İdeolojilere ve “izm”lere vurma modasının pek revaçta olduğu görümüzde Cündioğlu da kendisini “izm”ler dışında konumlandırmaktadır. Ancak hangi siyasi, toplumsal, ahlaki, felsefi eleştiri, “izmler”den azadedir ki? İzm’siz, zihinde tek bir kavram bile üretilemeyeceğini Cündioğlu bilmiyor mu? Felsefe tarihi, bir izm”ler tarihi değil midir?

Rasyonalizm, pragmatizm, idealizm, materyalizm, egsiztansiyalizm, ampirizm, septizm, kritisizm, fenomalizm, sensualizm, pozitivizm, ampriokritisizm vs…

Öz ve Biçim Sorunu

Şimdi de Cündioğlu’nun “dinler ortaçağın ideolojisi, ideolojiler de modern dinlerdir” tezine bakalım.

Bazı uygulamaları ve yönleri birbirine benziyor diye, din ve ideolojilerin özdeş oldukları söylenebilir mi?

Hayvanlarla insanlar, birçok ortak özelliklerinden dolayı birbirine benzerler, şempanzelerle insanların genetik akrabalığı ise % 95 oranındadır. Fakat buradan hareketle, insanlarla şempanzelerin doğasının aynı olduğunu, aralarında herhangi bir farkın bulunmadığını söyleyebilir miyiz?

Dinler, genelde hem imparatorluklar (ortaçağ) çağının ürünüdürler hem de o günkü toplumların ideolojilerini oluştururlardı. Kuşkusuz dinler gibi bütün modern ideolojiler de hem toplumların hayatını düzenlemek hem de insanlık tarihini bütünlüklü (total) bir söylemle açıklayan ilke ve teoriler öne sürerler. Şimdi dinler, modern çağların seküler idelojileriyle bazı benzerlikler taşıyorlar diye, seküler ideolojilerin modern dinler olduğu söylenebilir mi? Kuşkusuz söylenebilir, fakat ağır bir kavramsal tahrifatın sonucunda…

Hegel, “varlığın hakikati özdür” derken, ortak biçimlerin aldatıcılığına dikkat çekmek istemişti.

Biçim ve öz konusu, felsefenin ezeli konularının başında gelir. Aristoteles, Metafizik[6] kitabında sıklıkla “biçim” ve “öz” sorununun doğasını inceler. Aristoteles’e göre “ilineklerle (sıfat), özlerin doğalarını birbirine karıştırmamak gerekir.” Ne iki insan müzisyen diye ne de iki şey aynı tadı veriyor diye özdeştir veya aynı doğaya sahiplerdir.

Birileri sakal, giyim kuşam, davranış tarzı veya kulaktaki küpesiyle benzeşiyor diye onların aynı ideolojiye sahip oldukları söylenebilir mi? Tanrı kelamı olduğu iddia edilen kutsal kitaplarla, insan düşüncesinin ürünü olan siyasal önermelerin (ideolojiler) benzerlikleri var diye bunlar bir kalemde özdeş sayılabilir mi? Marksizme gıcık olabilirsiniz fakat bu nedenle kavramların ve felsefenin doğasını tahrif etmek zorunda değilsiniz.

Tümdengelim-Tümevarım Diyalektiği

Tümdengelimsel oldukları için tek tanrılı dinler, değişime kapalıdırlar. Kutsal kitaplar, mutlak olan tümelin değişmesine izin vermezler. Kutsal bir kitabın ayetlerini, farklı yorumlayabilirsiniz fakat onu ne değiştirebilir ne de ona tarihsellik atfedebilirsiniz. Ayetler, ancak yaratıcıları, yani tanrısı tarafından değiştirilebilir. Kur’an’ın neshedilmiş (değişikliğe gidilmiş) ayetlerini, herhangi bir ideolojinin bazı ilkelerinin değiştirilmesiyle kıyaslayabilir miyiz? Kutsal kitapların ayetleri, sadece kitabın yazarı (tanrı) tarafından değiştirilebilirken, ideolojilerdeyse, onların taraftarları tarafından da rahatlıkla değiştirilebilmektedir. Ayetleri, “hayata uymadığı” ya da “toplumların ihtiyacına yanıt vermediği” gerekçesiyle değiştirmeye kalktığınızda artık siz, ya o dinden çıkmışsınızdır ya da o dinde ikiyüzlülük yaparak kalmaktasınızdır.

Bu çelişki, dinler gibi toplumların hayatını belirlemeyi amaçlayan seküler ideolojiler için geçerli değildir. Çünkü seküler ideolojiler, hayata uymadıklarında onların taraftarları tarafından değiştirilebilirler. Çünkü tümel mutlak değildir, kendi içinde değişimi öngörür. Seküler ideolojilerde bu, tümel ile tikelin karşılıklı etkileşimiyle, yani tümelle tikelin diyalektik ilişkisi içinde çözüme kavuşturulmaktadır.

Ayrıca eğer herhangi bir insan, bazı felsefi, siyasi veya ideolojik ilkelerinde ısrar ediyorsa, bunun nedeni, söz konusu ilkelerin değişmeye kapalı olmasından değil, o ilkelerin doğruluğuna kanaat getirmesindendir.

Neticede insanların sahip oldukları siyasi görüşlerini, bilim, sanat, felsefe ve edebiyat gibi alanlarda benimsedikleri fikir ve kanaatlerini içtenlikle savunmalarından daha doğal ne olabilir?

Örneğin, Dücane Cündioğlu’nun yıllardır terk etmediği, felsefi, siyasi, ahlaki doğruları hiç mi yok? İnsanların bilimsel, sanatsal, felsefi, siyasi, ahlaki konularda, belli bazı “doğrulara” sahip olmasının ve bunları savunmakta ısrar etmesinin, “dogmatizmle” ne alakası var? Eğer dogmatizmle, herhangi bir fikre bağnazlıkla sarılmak kastediliyorsa, bu bir başka sorundur, daha doğrusu bu bir kültürel sorundur. Herkes 50 yaşından sonra, eski inançlarını, siyasi görüşlerini, bilimsel ve ahlaki değerlerini, Cündioğlu’nun ifadesiyle “kendini inkar ederek” terk etmek zorunda mı?

Dücane Cündioğlu’nun hayat boyu savunduğu hiç mi bir “doğrusu” olmadı? Felsefe, ne “kendini inkar etmek”tir ne de insanın kendi geçmişini “silip atma”sıdır. Fikir ve inançlarından vazgeçmek ne zamandan beri felsefecilik olmaktadır? Eğer böyle olsaydı hiçbir felsefi ilke, bilimsel ve siyasal doğru inşa edilemezdi. Kuşkusuz felsefe, insanın doğru bildikleriyle, inançlarıyla ve önkabulleriyle hesaplaşmasıdır. Fakat bu, insanın yıllar içinde ve deneyimle biriktirdiği doğrularını, inandıklarını veya kanaatlerini küpeşteden aşağı atmasını gerektirmez.

Marksizm Bir Dogma mı?

Yeniden Marksizme dönersek…

Marksizm bir dogma değildir fakat bu onda, diğer bütün felsefi ve siyasi ilkelerde içkin olduğu gibi, zaman içinde eskiyen, geçersiz hale gelen, koşullara uymayan ve değişmesi gereken önermelerinin (dogmaların) olmadığı anlamına gelmez. Ancak Marksizmin, ilkesel olarak değişebilir önermelerinin olduğu gibi, tarihsel gerçekliğin sınavından başarıyla çıkan ve her gün yeniden kanıtlanarak ayakta kalan doğruları ve ilkeleri de vardır. Örneğin, insanlık hâlâ, sömürü ve sınıfsal farklılıktan kaynaklı baskıları, toplumsal çatışma ve devrimleri, zengin-yoksul farkının günden güne daha çok büyümesini, muazzam teknolojik gelişmeye rağmen, dünyada açlık ve sefaletin korkunç boyutlara varmasını, işsizliğin her gün daha çok arttığını, işsiz bırakılan milyonlarca Avrupalı insanın, alkol veya uyuşturucu bataklığına battığını veya birer suç makinesine dönüştüğünü, insanın insanlığından çıktığını, doğanın korkunç tahribatını, din ve inanç farklılıklardan kaynaklı şiddet ve bağnazlığın dolu dizgin bir şekilde yaygınlaştığını, yoksul ülkelerin tek varlıkları olan sahillerinin, topraklarının ve madenlerinin yağmalanmasını, sefalete ve dini bağnazlığa sürüklenen toplumların savaşlarla yerle bir edilmesini, elleri böğründe çaresizlik içinde izlemiyor muyuz?

Kapitalizmin kendi iç koşullarında kalarak bu sorunların çözülebileceğine ilişkin herhangi bir felsefi ve teorik belirti var mı?

Neyin dogma ve değişmesi gerektiği, neyin doğru ve değişmemesi gerektiğini ise sonuçta tarihsel süreçler belirlemektedir.

Bilimde de böyle değil mi?

Marksist kuram, daha ilk emekleme döneminde, bizzat Marx ve Engels tarafından gözden geçirilmiş, eleştirilmiş ve ortaya attıkları teorinin tanrı kelamı olmadığı birçok kez vurgulanmıştır. Örneğin Marx ve Engels, 1872’de, yani yayımlanmasından 24 yıl sonra Komünist Manifesto’ya yazdıkları önsözde şunları vurgulamaktadırlar:

Bugün olsaydı bu bölüm, birçok açıdan farklı yazılabilirdi. Sanayinin son yirmi beş yılda kat ettiği muazzam gelişme ve onunla birlikte işçi sınıfının parti örgütlenmesinin ortaya koyduğu muazzam başarı, pratik deneyimler, ilk önce Şubat Devrimi ve daha da önemlisi proletaryanın ilk kez iki ay boyunca siyasal iktidarı elinde tuttuğu Paris Komünü açısından bu program, bazı bölümleriyle eskimiş gözükmektedir. Özellikle Komün, ‘işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını olduğu gibi ele geçirip onu kendi amaçları doğrultusunda harekete geçiremeyeceğini kanıtlamıştır.[7]

Yine F. Engels, yıllar sonra Das Kapital’e yazdığı önsözde, İngiltere’nin barışçıl bir şekilde sosyalizme geçeceği konusundaki görüşlerinin doğru çıkmadığını ifade etmiştir.[8]

Marksist teori, son 150 yılda birçok açıdan (devrimlerin merkezinin Batı Avrupa olacağı; kapitalist üretim ilişkilerinin en gelişmiş olduğu yerde zorunlu olarak devrime gidileceği; devrimlerin mutlaka proletarya önderliğinde olacağı; kitlelerin sefalete sürüklendikçe, zorunlu olarak sosyalizme yöneleceği; devlet mekanizmasının ilk andan itibaren sosyalistlerce de kullanılabileceği; üstyapıdaki değişikliğin zorunlu olarak altyapıdaki değişikliği takip edeceği vb önermeler) düzeltilmiş veya değiştirilmiştir.

Felsefe Nedir?

Aslında sorun, sadece Marksizmin bir din olup olmaması sorunu da değildir, sorun, Dücane Cündioğlu’nun felsefenin tanımını ve işlevini yanlış kavramasıdır. Esas tartışılması gereken konu da budur.

Birçok konuşmasında Cündioğlu, felsefeyi, “insanın kendisini inkar etmesi”, “dogmanın her türüne karşı olması”, “bütün yapıları” veya “kalıpları reddetmesi”, “hiçbir ‘izm’i takip etmemesi” olarak lanse etmektedir. Bu tanımların hiçbiri ne tek başına ne de kategorik olarak doğrudur.

Aslında işin gerçeği şudur: Dücane Cündioğlu, felsefenin işlevini, kendi şahsi tarihine ve inançsal dönüşümüne uyarlamakta ve kendine kadro açabilmek için de felsefenin tanımını “adrese teslim” hale getirmektedir.

Peki felsefe nedir?

Felsefe, kuşkusuz aynı zamanda insanın kendi inançları ve dogmalarıyla hesaplaşmasıdır da. Fakat bu hiçbir zaman, kategorik olarak “insanın kendini inkar etmesi” ilkesine dönüştürülemez. Felsefe, ne ilkesizliktir ne “anarşizm”dir ne de denizde amaçsızca kulaç atmaktır. Felsefe, esas olarak aklın toplumda inşa edilmesidir.

Felsefe tek tek insanların zihninin ürünü olmakla birlikte toplumsal düzlemde yapılan bir etkinliktir. Felsefe zihinsel olmaktan ziyade toplumda değerlerin, ilkelerin, yaşam tarzının, bilimsel anlayışın, inançların sürekli yeniden tartışılarak yeni değerlerin, yeni ilkelerin, yeni yaşam tarzının, yeni bilimsel anlayışın ve yeni inanç sistemlerinin inşa edilmesidir.

Yani felsefe, hem insanın kendi zihinsel yetmezliğinden ve darlığından kurtulması; ama aynı zamanda, insanın kendine yeni sınırlar, yeni kalıplar veya yeni dogmalar inşa etmesidir. Felsefe, evrenin ve toplumun koordinatları içinde yapılan bir etkinliktir. Bulunduğunuz her felsefi konum, evrende veya toplumda bir koordinata denk gelir. Her koordinat ise, somut ve verili bir toplumsal konum tarifidir, somut bir doğruya ilişkin açıklama ve ilkedir.
Doğrudan felsefenin değil, fakat her felsefecinin, felsefe yaparken şahsi ve toplumsal bir kaygısı ve amacı olur. Bu amaç, ipsiz, sapsız, dayanaksız veya Dücane Cündioğlu’nun ifadesiyle söyleyeyim, “dogmasız” olmaz. Neden derseniz? Eğer bir eylem, belirli bir sınırını ötesine geçmeyi amaç edinmişse, o eylem, eğer etkin olması amaçlanıyorsa, aynı zamanda zaman-mekan düzleminde yeni bir sınır belirlemek zorundadır. Sınırın yıkılması, yeni bir sınırın işaretlenmesi değil midir? Kuşkusuz her yeni sınır, inşa edildiği anda eskimeye ve yıkılmaya yüz tutar. Yeni bir sınır yaratmazsanız o zaman eski sınırdan daha geriye düşersiniz.

“Ben sınır tanımıyorum” demek, “ben toplumda değil, boşlukta yaşıyorum” demektir. Örf ve adetlerimiz, alışkanlıklarımız, sevdiklerimiz veya nefret ettiklerimiz, inançlarımız, doğru bildiklerimiz veya karşı çıktıklarımızın hepsi toplumun içindedir. Bunları yıkmak veya bunların yenisini benimsemek, ya sınırların gerisine düşmek veya sınırın ötesine geçip yeni sınır taşı koymaktır.


Felsefe Havada ve Boşlukta Yapılmaz

Bireyin ağzından çıkan her söz ve yaptığı her şey, anında toplumun bütünsel bilinç alanına karışarak genel (tümel) toplumsal bilince kendi damgasını vurur. Bireyin kısmi damgasını taşıyan bu alan, toplumun genel bilinci (tümel) olarak yeniden bireye dönerek onun bilgi ve bilinç dünyasını belirler ve onun zihninde daha ileri veya daha geri bir noktada bir değerler sistemi yaratır. Cündioğlu’nun ifadesiyle “ben sahilsizim” demek, ben toplumda yaşamıyorum demektir; çünkü toplum, denizde değil, sahildedir. Deniz toplumun doğal yaşam alanı değildir. Felsefe, sanıldığı gibi sahilsiz, denizde kulaç atarak yapılmaz. Çünkü her felsefi ilke, önerme veya argüman, zaman-makan koordinatları içinde olmalı, ki bu da toplum demektir, köşeli, kalıplı, sınırlı ve ayakları yere basmak zorundadır.

Fiyakalı metaforlar, üzerinde tartışılan konuya açıklık getirmiyor, aksine sorunu süslü laflarla bulanıklaştırıyor ve ilkeleri hokus pokusla hasır altı ediyor.

“Bir mahalleyi terk ettim, bir daha herhangi bir mahalleye ait olmam” demek, “ben nerede olduğumu bilmiyorum” demektir. Toplum içinde yaşadığımız sürece, bir mahalleyi terk etmek, bir başka sokağa veya mahalleye sapmaktır. “İstiklal Caddesi’nden çıktım, ama şimdi hiçbir caddeye veya sokağa sapmayacağım” demek, aslında “Sizi kandırdım, İstiklal Caddesi’nden hiç çıkmadım ki” demektir. Nasıl ki mahallesiz kent, duvarsız sınır, keşfedilerek bayındır edilmemiş toprak parçası kalmamışsa; yasasız, dogmasız ve geleneksiz toplum ve felsefe de olmaz.

“İlkem var ama ben tarafsızım”; “argümanım var ama ben tarafsızım”; “önermelerim var, ama ben tarafsızım” diyen, kusura bakmasın ama ilke, argüman ve önermenin ne olduğunu bilmiyordur. Her felsefi önerme toplumda bir taraftır, çünkü her önerme, toplumda bir şeye karşıtlık temelinde var olur. Bir şeye karşıt olan, karşıtının karşı tarafıdır. Eğer biri, “ben mevcut hiçbir taraftan yana değilim” diyorsa, o zaman o, önerdiği yeni ilkelerini, sözüm ona o tarafsız ilkelerini, ortaya koymak ve bunları nerede inşa edeceğini göstermek zorundadır.

Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Spinoza, Hume, Kant vd tarafsız filozoflar mıydı?

Örneğin Kant, Prusya toplumunda yazdıklarıyla hem siyasi hem de felsefi anlamda taraftı.

Hangi filozofu alırsanız alın, istisnasız hepsi, kendi dogma ve zihinsel darlıklarını aşarken, mutlaka yeni tezler inşa etmişler ve bunu yaparken de eskilerin tezlerinden yararlanmışlardır. İlkelerin inşasından, onlar eskiyecek veya dogma olacaklar diye kaçınan, aslında Allahına kadar dogmanın ve eskinin sakin kollarında huzur buluyordur fakat o bunu bilmiyordur.

Her yeni keşif, her yeni ilke ve anlayış, mevcut zihinsel sınırların ötesinde yapılır; ancak her zihinsel sınır taşı aşılırken, aynı zamanda yeni bir sınır taşı da yerleştirilmiş olur. Çünkü benimsenen her yeni felsefi anlayış veya siyasi görüş, sonuçta toplumun geleneklerinin, alışkanlıklarının ve inançlarının alanında varlık gösterir. Buna, sözüm ona kuşkucuların o hiçbir şeyi kabul etmeyen, her şeyi yok sayan ve her şeye meydan okuyan tutum ve davranışlar da dahildir.

Dücane Cündioğlu’nun felsefesi, nereden bakarsanız bakın ayakları havada bir felsefedir. Eğer söylenen “tarafsızlık” örtüsünü bir kenara atarsanız, söylenenlerin hem hayali hem de mantıklı olmadığı görülecektir.

Felsefe Göçebelik mi?

Gelelim şimdi Cündioğlu’nun göçebe tarzı felsefe yapmasına…

Cündioğlu sıklıkla kendisinin, “hiçbir yere ait olmayan bir göçebe” ve felsefenin amacının da “inşa edilmiş şehirlerin, göçebe akınlarıyla yıkılması ve dağıtılması” olduğunu söylemektedir.

Göçebelik nedir ya da göçebenin en önemli özelliği nedir?

Göçebelilik, uygarlık kültürüne, hiçbir yaratıcı zihin ve yetenekle katkı sunmamaktır. Göçebelik, bazılarınca özgürlük olarak anlaşılmaktadır. Aksine, göçebelik, doğanın ağır koşulları altında ezilmek, hatta doğanın esiri olmaktır. Dolayısıyla şaşalı sözcüklerle ifade edilen “özgürlük”, daha baştan itibaren kazanılamadan kaybedilmektedir. Romantik belgesellerde gördüklerimiz bize ilginç gelebilir, fakat bir de gidin onu, tükürüğün havada donduğu Sibirya’nın o kıç donduran soğuğunda yaşamak veya bütün zamanını ve hayatını, bir sonraki günkü yiyeceğini bulmakla geçiren Amazon ormanlarındaki yaban topluluklara sorun.

Özgürlük, ideal bir durum ve ulaşılması arzulanan bir ütopyadır.

Belli bir toplumda yaşayarak tam bir özgürlük hayali kurmak ya derin bir saflık veya derin bir yanılsamadır. Toplumun dışına çıktığınızda da özgür olmayacaksınız, çünkü özgürlük, sadece toplumsal yaşamda anlamlıdır. Bir adada tek başına yaşadığınızda, hiç de özgür değilsinizdir, çünkü orada toplum olmamakla birlikte doğanın acımasız koşullarına tabisinizdir.

Yeniden göçebelik (kuşkuculuk) durumuna dönersek:

Kant kuşkucular için boşuna “göçebe” tabirini kullanmaz. Bunun felsefede derin bir anlamı vardır. Çünkü hem felsefede hem de gerçek anlamda göçebelik, çıkışsızlık ve çeresizliktir. Göçebelik, yağmacılıktır, kolaycılıktır, uygarlık adına inşa edilen kültürel yapıları hınçla dağıtmaktır.

Göçebelik, olumlu ve yararlı hiçbir değer inşa edememenin; kültür ve gelenek yaratamamanın diğer adıdır.

Göçebelik, mizacta sertlik, hınçla doluluk, kabalık ve tahripkarlıktır.

Göçebe, uygarlaşma arzusunu ya da uygarlığın dışına düşme durumunu hınçla, vahşi davranışıyla aşma çabası gösteren insandır. Göçebe aslında, altına sığınacağı bir çatı arayandır; fakat köklü alışkanlıklarını terk edemediği ve bağnaz mizacından kurtulamadığı için de bir çatı bulma veya kurma konusunda yeteneksiz olandır.

Göçebelik felsefede amaçsız eleştiri ve hiçbir şey inşa edememenin adıdır. Kuşku duymak, bilgiye ulaşmak için zorunludur, fakat felsefe tarihinden de bildiğimiz gibi kronik kuşkuculuk patolojik bir durumdur.

Bir şeye (bir dayanağa) itiraz, üzerinde durulan bir başka dayanak noktası gerektirir. O dayanak noktası yoksa, itiraz da edemezsiniz, çünkü itiraz için olumlu veya olumsuz bir kıyas gereklidir. Kıyas yapabilmek için de belli bir yerde dikilmiş olmak gerekir.

Bu yüzden Kant yazılarında, “dogmatizme meydan okuduklarını iddia eden kuşkucuların, sadece mevcut kültürü dağıttıklarını, fakat hiçbir olumlu yapı da kuramadıklarını” vurgulamaktadır.

Başlangıçta [felsefede] inakçıların [dogmacılık] yönetimi altında despotik bir egemenlik kurulmuştu. Ama, yasama düzeni henüz üzerinde eski barbarlığın izlerini taşıdığı için, egemenliği, iç savaşlar yoluyla adım adım tam anarşiye dönüştü ve kuşkucular [barbarlar], tüm yerleşik yapılardan tiksinen bir tür göçebeler kümesi gibi, zaman zaman kentli toplumları parçaladılar. Ne mutlu ki, onlar [kuşkucular-göçebeler] sayıca çok az oldukları için onun [felsefenin] kendini her zaman yeniden kurma çabalarını engelleyemediler.[9]

Sözün özü: nasıl ki uygarlık tarihinde göçebelik-barbarlık hep dağıtıcılık olmuşsa ki bunu kavramak için sadece Moğolların, Hunların, Gotların akibetine bakmak kafidir; felsefedeki kronik kuşkuculuk da kategorik olarak dağıtıcıdır, var olanı dağıtırken de kendisiyle birlikte her şeyi yok etmeye meyillidir.

Dücadene Cündioğlu konuşmalarında, Marksizmin bir ideoloji olduğunu ve dolayısıyla bütün ideolojiler gibi onun taraftarının da “felsefeye yeteneksiz” olduğunu iddia etmektedir. Dücane Cündioğlu da bir felsefeci olarak kavramların kökenini ve tarihsel anlamını derinlemesine incelemektense, günümüzde birçok kavram için pek moda olan sokaktaki yüzeysel tanımlarını kullanmakta ve böylece Marksizmi itibarsızlaştırabileceğini sanmaktadır.

Marksist ideolojiyi, ortaçağ ideolojileri olan dinlerle aynı kefeye koyarak bir taşla iki kuş vurmayı düşünmesi ise ne onun felsefi çabasına ne de zihinsel derinliğe yakışmaktadır.

Bunu yapmaktaki amacı da çok açıktır: sıklıkla ifade ettiği gibi felsefeye ne İslamcı ve muhafazakarlar ne de Marksistler yeteneklidir; felsefe yapmaya sadece “kendini inkar edenler”, yani tek başına Dücane Cündioğlu yeteneklidir.

Marksizmin ideoloji kavramının tarihçesini ve anlamını ise yazıyı uzatmamak için ayrı bir yazıda değerlendireceğim…

2. Bölüm

Birileri öyle fetva verdi diye ne felsefi akımlar ne de ideolojiler ölür!

Bu yazının birinci bölümünü, şu paragrafla bitirmiştim: “Dücadene Cündioğlu konuşmalarında, Marksizmin bir ideoloji olduğunu ve dolayısıyla bütün ideolojilerde olduğu gibi, onun taraftarlarının da “felsefeye yeteneksiz” olduğunu iddia etmektedir. Ne yazık ki o da bir felsefeci olarak kavramların kökenini ve tarihsel anlamını derinlemesine incelemektense, günümüzde birçok kavram için pek moda olan sokaktaki yüzeysel tanımlarını kullanmakta ve böylece Marksizmi itibarsızlaştırabileceğini sanmaktadır.

Marksist ideolojiyi, ortaçağ ideolojileri olan dinlerle aynı kefeye koyarak bir taşla iki kuş vurmayı düşünmesi ise ne onun felsefi çabasına ne de zihinsel derinliğe yakışmaktadır.”

İdeolojiler Öldü mü?

Bu bölümde ise ideolojinin, düşünce tarihinde yerleşik hale geldiği 19. yüzyılın başlarından itibaren günümüze kadar geçirdiği anlam değişikliklerine değinilecek ve başta Karl Marx olmak üzere, Marksist düşünürlerin, kavram olarak ideolojiye nasıl yaklaştıkları ortaya konulacaktır.

Dücane Cündioğlu, her konuşmasında “Marksizmin günümüzün modern bir dini” olduğunu ve kendi içinde “değişmez dogmalara” sahip olduğunu vurgulayıp durmaktadır.

Marksist teorinin, son 150 yıllık tarihinde, somut koşullara göre yeniden nasıl teorileştirildiğini ve toplumların içinde bulundukları yeni koşulları açıklayabilmek için nasıl yoğun bir çaba harcandığını, Alman, İtalyan, Rus, Kübalı ve Çinli devrimcilerin eylemlerinde ve yazılarında görmek mümkündür.

Kuşkusuz bilimsel, sanatsal, felsefi akımlar gibi siyasal akım ve ideolojiler de zamanın aşındırıcı etkisine maruz kalırlar. Hiçbir ideoloji veya felsefi akım, ilkelerini ve tarihin zorlu sınavından geçmemiş “dogmalarını” ilk ortaya koydukları andaki gibi muhafaza etme ayrıcalığına sahip değildir. Sonuçta zihinsel ürün olan bütün felsefi akım ve ideolojiler eskir ve dönüşüme uğrar.

Bu gerçeği kavramak için, sadece felsefe tarihine bakmak yeterlidir. Dünya artık Platon’un veya Aristoteles’in ya da Descartes’ın ve Kant’ın muazzam zekice analiz ettikleri “dünya” değildir. Herakleitos’un ifadesiyle “bir derede iki kez yıkanılmaz”, “yıkandım” diyen yalan söylemiş olur. Bu tarihsel, felsefi ve bilimsel bir doğrudur. Dolayısıyla ideolojiler de ilk ortaya çıktıkları andaki ilkelerini veya “dogmalarını”, eski halleriyle geleceğe taşıyamazlar. Mevcut varlığı açıklamaya çalışan her tez, daha ilk andan itibaren eskimeye başlar. Geleceği açıklamaya çalışan her tez, hipotezdir; varlığını geleceğe taşıyamayan hipotezlerse artık görünür kılınmış dogmalardır. Her felsefi ve ideolojik tez veya düşünce, her ne kadar onlar kitap sayfalarında “sapasağlam” dursalar da onların yeni koşullarda varlıklarını kanıtlamaları, zihinlerde yeniden açıklanmaları veya anlamlandırılmaları gerekmektedir.

Platon’un “İdealar katmanı” kanıtlananamıştır; ancak kanıtlanamadı diye de ne Platonculuk öldü ne de bir filozof olarak Platon unutuldu.

Düşünceler, teoriler, zihinsel tasavvurlar, birileri fetva verdi diye ölmezler. Teorilerin dokuz canlı olduklarını, tarih döne döne kanıtlamıştır. Hangimiz, her yeniden okuduğunda, Platon’un veya Aristoteles’in sözlerinden ve ilkelerinden esinlenmez veya yeni bir bakış açısı kazanmaz ki?

Kapitalist dünyanın ideologları, “Marksizm öldü” dedi diye Marksizm ölmez. Dücane Cündioğlu’nun temel hatası, bir felsefeciye yakışmayacak şekilde ideoloji terimini yüzeysel ve bir aşağılama terimi gibi kullanmasıdır.

“Marksizm öldü” düşüncesinin tam 150 yıllık bir geçmişinin olduğunu Cündioğlu ne yazık ki bilmiyor.

Devrimlerin Aydınlatıcı Etkisi

Daha ilk andan itibaren Marx ve Engels, bugün bizim Marksizm olarak nitelendirdiğimiz düşünce sisteminin, ilkelerinin ve tezlerinin öldüğüne ilişkin iddialara karşı düşünsel mücadele vermişlerdir. Marksist teori, o dönemin büyük zihinlerinin düşünsel imbiğinden süzülerek oluşmuştur. Daha o günlerde “Marksizmin öldüğünü” ilan eden Profesör Eugen Dühring’e karşı Engels, 1877’de, 600 sayfalık bir kitap olan “Anti-Dühring”i[10] yazmıştır. Bu eser, Marksizmin klasiklerinden biridir.

Yine bir Alman Marksisti olan Eduard Bernstein’ın, “Marksist devrim teorisi artık geçerli değildir” şeklindeki yazılarının mürekkebi henüz kurumadan, Şubat ve Ekim 1917’de Rusya’da, Kasım 1919’da Almanya’da; aralarında Türkiye, İran, Çin, Hindistan ve Vietnam’ın da bulunduğu Doğu halkları, 1908’den 1960’lara kadar Asya’da fırtına gibi esmişlerlerdir.[11]

Yine sadece büyükleri saymakla yetinelim: 1640 İngiliz, 1776 Amerikan, 1789 Fransız, 1848 ve 1871 Avrupa devrimleri olmasaydı, bugün insanlık hala kokuşmuş feodalizmin bağnaz ve kölelikle ilişkili bataklığında debelenip duracaktı.[12] Bu devrimler olmasaydı, ne monarşilerin yıkılması ne de köleliğin kaldırılması mümkündü; ne kiliselerin kutsal tahtlarından edilmesi ne de ezilen sınıfların doğal haklarını kazanması; ne kadınların özgürleşmesi ne de ifade özgürlüğünün kabul ettirilmesi; ne çocuk emeğinin yasaklanması ne de sendika ve derneklerde örgütlenme haklarının kazanılması; ne seçme ve seçilme haklarının koparılması ne de cumhuriyet ve yurttaşlık bilincinin edinilmesi veya büyük aydınlanma dalgasının toplumları sarıp aydınlatması mümkün olabilir di? Bu haklar, yüz binlerce emekçinin, sosyalist düşünürün, bilim insanının, sanatçının, yazar ve filozofun canı pahasına gerçekleşti.

Ya da bugün doyasıya kullandığımız, sosyal güvenlik hakları olan emeklilik, sağlık ve işsizlik sigortası nasıl geldi sanılıyor? Hepsi bu devrimler sayesinde mümkün oldu.

Kendi ülkemize bakalım: 1876’da 1. Meşrutiyet, 1908’de Jön Türk Devrimi, 1923’te Cumhuriyet Devrimi olmasaydı, bugün hala Türkiye’yi boğma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz dinci bağnazlık, şiddet ve gericilikle kıyasıya boğuşuyor olacaktık. Üstelik bu tehlikeyi hala da atlatabilmiş değiliz. Bunların hepsi Cumhuriyet aydınlanması ve Devrim Kanunları sayesindedir.

Son yıllarda, aralarında Dücane Cündioğlu’nun da bulunduğu birçok eski İslamcıdan veya hala kendini İslamcı sayan bazı yazarlardan “keşke Atatürk daha uzun yaşasaydı” ya da “aslında Atatürk az bile yapmış” benzeri ifadeleri duymak kuşkusuz çok sevindiricidir fakat bütün bunların, hem gericilerin hem de “yetmez ama evet”çilerin lanetlemeye çalıştıkları Aydınlanmacılık, Cumhuriyetçilık, Devletçilık ve Halkçılık’ta ifadesini bulan Kemalizmle[13] mümkün olduğunu size bile anlatamıyorsak, vay halimize!

Yeniden Cündioğlu’nun Marksizme yönelik “modern din” ithamına dönersek: Marksistler, 150 yıllık tarihlerinde, birçok kavramda olduğu gibi “ideoloji” kavramını da günün koşullarına göre yeniden tanımlama ihtiyacı duymuşlardır. Çünkü somuta indirgenmeyen genel kavramlar sonuçta içi dolu gibi gözüken boş torba gibidirler. Hem Aristoteles[14] hem de Kant[15] yazılarında, felsefenin kavramlarının nihayetinde pratikte anlamlandırılıp tanımlanabileceğini döne döne vurgularlar. Örneğin, “Ögürlük”, “Hakkaniyet”, “İyi”, “Güzel”, “Dostluk”, “Cömertlik” gibi kavramların göreceli olduklarını, “neye ve kime göre olduğu” sorusunun her koşulda yeniden incelenmesi gerektiğini vurgulamışlardır.

Bu gerçek, Marksizmin teorik cephaneliğinde üretilmemiş olan “ideoloji” kavramı için de geçerlidir. Şimdi bunun tarihçesine kısaca göz atalım:

İdeoloji Kavramının Kökeni

Son 30-40 yıldır ideoloji kavramı üzerinde yürütülen tartışmanın ne kadar önemli olduğunu, Terry Eagleton, İdeoloji adlı kitabında, “Kısaca belirtmek gerekirse, postmodern düşüncenin, klasik ideoloji kavramını itibardan düşürmek için elbirliği etmiş üç temel öğretisi olduğunu ileri sürüyorum…” dedikten sonra şöyle devam etmektedir: “’…İdeolojinin sonu’ kuramcıları, bütün ideolojilerin, doğaları gereği kapalı, dogmatik ve katı olduğunu söylemektedirler; postmodernist düşünce ise bütün ideolojileri, teleolojik, ‘totaliter’ ve ‘metafizik temelli’ olarak görme eğilimindedir. Bu yolla, kaba saba bir karikatür haline getirilen ideoloji kavramı, itaatkâr bir şekilde kendi defterini de dürmektedir.”

Felsefe ve siyasi literatüre ideoloji kavramını sokan ilk düşünür, Fransız filozofu Antoine Louis Claude Destutt de Tracy (1754-1836)’dir. Tracy, “ideoloji” kavramını, sözcüğün yapısından da anlaşılacağı gibi, yeni bir bilim dalı, yani “düşüncelerin bilimi” olarak tasarlamıştır.[16]

Aristokrat bir aileden gelen de Tracy, 1789 Büyük Fransız Devrimi döneminde hem orduda albay olarak görev yapmaktadır hem de kurucu meclisin üyesidir. Parlamentoda, birçok aristokratın aksine, kendi sınıf çıkarlarına karşı çıkarak yüzlerce yıldır aristokratlara tanınan imtiyazların kaldırılması için de oy kullanmıştır.

1793’te Paris’te tutaklanan filozof de Tracy, ancak Termidor Döneminde serbest kalabilmiştir. 1808’den ölümüne kadar önce filozof Cabanis’nin takipçisi olarak toplumda etkin bir rol oynamış, sonrasındaysa John Locke, Condillac ve Kant’ı izleyerek kendi özgün öğretisini oluşturmuştur.

Tıpkı birçok filozofun yaptığı gibi, o da “ilk felsefe nedir?” sorusunu sorarak kendi görüşlerini ortaya koymaya çalışmıştır.[17]

De Tracy, nörologlardan yüz yıl önce, insan zihninin ürünü olan düşüncenin nasıl oluştuğunu ilginç bir şekilde şöyle açıklamaktadır: “İnsan gerçekten de ilk önce gerçek olguları izlemeye başlar; ihtiyacından hareketle de önce pratik sonuçlar çıkarır, sonra olguları ayrıştırır, tasnif eder ve onları birbiriyle kıyaslar. Bu arada binlerce yaratıcı kullanım alanı keşfeder ki düşünmenin esas sanatı da budur. Olguların ve olayların birbirinin devamı olduğunu kavramadan, bunları birbiriyle ilişkilendirmeden, kıyaslamadan, derinde yatan bağlantılarını incelemeden ve dolayısıyla bunların yasalarını ortaya çıkarmadan önce keşiflerinden dolayı mutlulukla dolar. İşte ortaya attığımız teorinin özü de bu bağlantı ve yasaların ortaya çıkarılmasından ibarettir.[18]

De Tracy’nin ortaya koyduğu söz konusu öğreti, yani “düşüncenin bilimi” olarak tanımladığı “ideoloji”, tıpkı biyoloji ve arkeoloji gibi, bir süre sonra Fransa’da etkin bir kavram olarak kullanılmaya ve kabul görmeye başlamıştır. Ardından da genel anlamda düşünürler için yeni bir tanım, “ideolog” kavramı geliştirilmiştir. Bu dönemde Napolyon da ideologları yanına çekmek için yazar ve düşünürlerden oluşan bir “ideologlar konseyi” tesis etmiştir. Ancak, başta de Tracy olmak üzere birçok filozof ve düşünür, Napolyon’un, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan zorba yönetiminden dolayı ona karşı çıkanca, o da hem kuruluşunu bizzat kendisinin teşvik ettiği söz konusu ideologlar konseyini dağıtmış hem de filozof ve düşünürleri aşağılamak için onlara “vatansız ideologlar” yakıştırmasında bulunmuştur.

Sonraki yıllarda “ideoloji” ve “ideolog” terimleri, felsefe camiasında “Aydınlanmacı filozof” anlamında da kullanılmaya başlanmıştır.

Almanya’nın devrimci şairlerinden ve Marx’ın yakın dostu Heinrich Heine, “ideoloji” terimini, 1840’lı yılların başında olumlu anlamda şöyle tanımlamaktadır: “İdeoloji, materyalist felsefeden arta kalan köpüklü kesimden başka bir şey değildir; kuşkusuz o, eğer misyonunu tamamlayıp, etkisine son vermeseydi, korkunç yıkıcı etkisiyle, tarihin en büyük dönüşümünü sağlayabilirdi.[19] Yine aynı yerde yazar, şunları vurgulamaktadır: “Fransız liberalleri ve ideologlar [Aydınlanmacı düşünürler], onları kendi konumunu savunmaya zorlayan İmparator [Napolyon]’a karşı çıkarken hiç de yanlış ve aptalca bir tutum takınmamışlardı.[20]

Sonraki yıllarda, Napolyon’la Fransız aydın ve düşünürlerinin çatışmasını değerlendiren Hegel’in de ideologlar terimini Heine’nin tanımladığı manada kullandığını görüyoruz: “Napolyon kendi şahsi iradesini, salt şiddet gücü olarak devletin en uç cephesinde tesis etmişti; o, hem yönetmesini biliyordu hem de içteki direnişi kırabilmişti. Avukatlardan [Jakobenler], ideologlardan ve ilkeleri olan adamlardan arta kalanları da dağıtmasını bildi, ki ondan sonra da ne bir itiraz ne de tekinsizlik fakat her yerde saygı ve korku görülebiliyordu.[21]

Marx’ta İdeoloji Kavramı

De Tracy’in görüşleriyle ilk önce Hegel’den okuyarak tanıştığını tahmin ettiğimiz Marx ise, ideoloji teriminin kökenini incelerken, yazarın ekonomik sistemler hakkında da görüşler ifade ettiğini fark etmiş ve sonrasında, bizzat onun özgün eserini incelemeyi gerekli görmüştür. Marx’ın, de Tracy’i bizzat kendi eserinden incelediğini onun Kutsal Aile ve Das Kapital’deki alıntılarından görüyoruz.

Bu arada Marx’ın “ideoloji” terimini, ilk kez 1841’de Jena Üniversite’sine sunduğu doktora tezinde kullandığını da vurgulamış olalım. Marx, 19. yüzyıldaki felsefi ve siyasi tartışmalardan bağımsız bir şekilde, Epikür’ün Pythokles’e gönderdiği ve göksel nesnelerin işlevini etik açısından tartıştığı mektubunu yorumlarken, “ideoloji” terimini  “içi boş hipotezler” manasında, yani olumsuz anlamda kullanmaktadır.

Doktora tezindeki cümle ayne şöyledir: “Yaşamımızın acil sorunu, ideoloji veya içi boş hipotezlerle [oyalanmak] değil, aksine kafa karışıklığı olmadan yaşamaktır.”[22] Marx’ın sonraki yıllarda da ideoloji terimini, yakın arkadaşı F. Engels’le birlikte Alman İdeolojisi adlı eserlerini yazmaya başladıklarında, eleştirel ve olumsuz anlamda, bir bakıma “kanıtlanmamış soyut teori”, “yanılsama”; veya Alman idealizminin [burjuvazinin] emekçi kitlelere dayattığı “yanlış bilinç” olarak kullandıklarını saptıyoruz.[23]

Yine Marx, Ocak 1843’te yazdığı bir makalede, “ideologlar” sözcüğünü, o günlerde yaygın olan anlamında, yani “ayakları havada filozoflar” olarak kullandığını saptıyoruz: “Telaş edip durmayalım, dünyayı olduğu gibi kabul edelim; ideologlar gibi olmaya gerek yok.” Yani Marx “ideoloji”yi, Alman filozoflarının kendi geriliklerini gözden kaçırmak için, maddi hayata dokunmadan, kısacası dünyayı değiştirmeden başvurdukları zihinsel bir çaba olarak [idealist] görmektedir.

Marx’ın ideoloji terimini, onu henüz derinlemesine incelemeden kullandığına ilk yazılarında şahit oluyoruz. Örneğin Marx, “üstyapı”, “bilinç durumu” ve “ideolojik yapı” kavramlarını birçok yerde özdeş olarak kullanmaktadır.

Marx, henüz ilk yazılarında ideologları, “ayakları havada olan düşünürler” ya da “burjuvazinin sadık savunucuları” olarak tanımlarken, doğal olarak ideolojiyi de burjuvazinin “katıksız yanlış bilinci” olarak kabul etmekteydi. İlk başlarda ideoloji Marx’a göre, insanı yanılsamaya sürükleyen, kendine yabancı bir bilinç edinmeye yol açan bir kavramken, sonraki süreçte bu görüşlerinde kısmi bir değişikliğe gittiğine de tanık oluyoruz.

Örneğin, 10 yıl sonra Marx’ın, ideoloji kavramını, daha farklı ve çok katmanlı değerlendirdiğini gösteren şu ifadelerle karşılaşıyoruz: “İnsanlar, kendi düşünsel tasavvurlarını üreten varlıklardır; ancak gerçek ve etkin insanlar, üretici güçlerin koşullarıyla ve bu koşulların yarattığı ilişkilerle sınırlanmışlardır.” Demek ki toplumsal hayata katılan her insan, kendi düşünsel tasavvurlarını, “bağımsız bilinçlerini” üretme yeteneğine de sahip olmaktadırlar. Aslında insan, Aristoteles’in çok doğru ifade ettiği gibi, “düşünsel tasavvurlar üreten hayvandan” başka bir şey değildir.

Yine Marx ve Engels, Alman İdeoloji’sinde şunları yazarlar: “İktidarı elinde tutan sınıfın düşüncesi [ideolojisi], her zaman toplumda hakim düşüncedir; maddi gücü elinde tutan sınıf, aynı zamanda düşünsel [ideolojik] gücü de elinde tutmuş olur.” Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi Marx ve Engels yazılarında, hem “ideoloji” terimini “düşünce” ve “görüş” olarak hem de iktidarı elinde tutmayan sınıfların da kendi özgün görüşlerini (ideolojilerini) üretebileceklerinin, ancak henüz iktidara gelemedikleri için de kendi ideolojilerini, toplumda hakim kılamadıklarının ifadesi olarak kullanmaktadırlar. Görüldüğü gibi Marx’ın ilerleyen yıllarda, devlet organlarını ve “sivil toplum” alanlarını daha ayrıntılı incelemeye başladıkça, ideoloji teriminin düşünsel alandaki işlevini de farklı değerlendirmeye başldığını görüyoruz. En azından ideoloji teriminin, ilerleyen yıllarda sınıfsal konuma göre nötr bir kavram olarak kullanılmaya başlandığına yazılarından tanıklık ediyoruz.

1850’li yılların sonundaki yazılarında Marx, özellikle de “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın Önsözü’nde devrimlerin, yükselen yeni sınıfların, üstyapıyı da değiştirdiklerini açıklarken, “iktidara gelen yeni hakim sınıfın zorunlu olarak, toplumu yönetebilmek için kendi doğrularını ifade eden ideolojisini de toplumun tamamına kabul ettirmek için üstyapının araçlarını kullandığından” bahsedecektir. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların prangaları haline gelirler. Bu durumda bir toplumsal devrimler çağı başlar. Ekonomik altyapının değişmesiyle birlikte, üstyapıda yavaş veya hızlı muazzam bir değişme başgösterir. Böylesi bir altüst oluş döneminde, daima maddi doğa bilimlerine uygun bir şekilde ekonomik üretim koşullarında ve hukuki, politik, dini, sanatsal ya da felsefi, kısacası, insanların söz konusu çatışmayı bilinçlerine çıkaracakları ve bunun mücadelesini verecekleri ideolojik biçimler arasındaki fark, gözden kaçırmamalıdır.[24]

Eğer bir yeni sınıf, üretici güçlerin gelişmesinin sonucunda, henüz iktidara gelmeden, kendi iktidar koşullarını düşünsel anlamda topluma kabul ettirebiliyorsa, o halde burjuvazi gibi proletarya da henüz iktidara gelmeden kendi ideolojisini oluşturabilecektir. Henüz iktidara gelmeden kendi ideolojisini oluşturabilen burjuvaziye görülen bu hak, proletaryaya neden görülmesin ki?

Marx’ın, ister “altyapı” ister “üstyapı” olsun, toplumları analiz edişi, tamamen diyalektik materyalist bir yöntemledir; ancak buna rağmen “ideoloji” terimi konusundaki eski “dogmasından” kalan pürüzlerden de henüz tam olarak kurtulamadığı çok açıktır, çünkü bu konuda kesin bir ifade kullanmaktan da kaçındığını görüyoruz. Bu arada Marx, felsefi incelemelerinden uzaklaşarak, ekonomi politiğin alanına çoktan yoğunlaşmıştı.

Yine Marx, Engels’le birlikte 1845’te şunları yazar: “Alman felsefesinin ideolojisine karşı kendi görüşlerimizi ortaya koymaya ve böylece eski felsefi vicdanımızla hesaplaşmaya karar verdik.[25] Burada da mantıklı olarak “bir ideolojiye karşı ikinci bir ideoloji” teriminin gelmesi gerekirken, Marx ve Engels, “kendi ideolojimiz” yerine, “kendi görüşlerimiz” ifadesini kullanmaktadırlar. Hakim sınıfların (aristokratlar, burjuvazi vs) görüşlerinden bahsederken ideoloji terimini rahatlıkla kullanırken, işçi sınıfının görüşlerinden bahsederken de ideoloji terimini ısrarla kullanmaktan kaçındıklarını görüyoruz.

Aslında “her hakim sınıf, kendi ideolojisini de yaratmak zorundadır” derken, “ideoloji” kavramını da herhangi bir sınıfa bağlı olmayan nötr bir kavram olarak kullanmaya başladıklarına adım adım tanık oluyoruz. Örneğin, “Aristokrasi döneminde, erdem, sadakat, yiğitlik vb. kavramlar, toplumun başat ideolojisiyken; burjuvazinin yönetim döneminde, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ hakim ideoloji olarak inşa edilmiştir” derler. İnsan haklı olarak şu soruyu sorma ihtiyacı duymaktadır: Peki yükselmekte olan yeni sınıfın (proletarya sınıfı) ideolojisini hangi değer ve sloganlar ifade edecektir? Buralarda hep kavrayışta henüz derinleşilemediği için muğlak ifadeler tercih edilmektedir.

Buradan çıkan sonuç: Her sınıf, ki buna işçi sınıfı da dahildir, toplumda hakim kılmak istediği siyasal paradigmasını, henüz iktidara gelmeden önce de kendi ideolojik kavramlarıyla açıklamak ve bunu bütün toplumun genel görüşü haline getirmek zorundadır. Kısacası ideoloji, her ne kadar Marx ve Engels açık bir şekilde ifade etmeselar de, yazdıklarının mantıksal sonucu şudur: İdeoloji, hiçbir şekilde tarafsız, negatif ve edilgen bir kavram değildir, aksine ait olduğu sınıfın ideologları tarafından bilinçle üretir ve benimsenmesi için de toplumun genelinde hakim kılınır. Sözlük anlamına bakınca da ideoloji tamı tamına, “bir sınıfın düşünsel ilkelerinin toplamıdır.” Sınıflar konumlarını ve amaçlarını ideolojileri üzerinden ilan ederler. Ne yazık ki Marx, ideoloji kavramını derinleştiremeden, ekonomi politiğin sorunlarına yoğunlaşmış ve bundan dolayı da söz konusu kavramı hakkıyla kullanma imkanı bulamamıştır.[26]

Engels’te “Weltanschauung” Kavramı

Marksist hareketin ilk yıllarında ideoloji kavramının, büyük bir kafa karışıklığına neden olduğu da çok açıktır.  Nitekim 1890’lı yıllarda Avrupa’nın en büyük Marksist hareketlerinden olan Alman sosyal demokrat hareket de ideoloji kavramı üzerinden derin bir tartışmaya sürüklenmiştir.

Alman Sosyal Demokrat Parti’nin düşünürlerinden Franz Mehring, bu kavramın yarattığı kargaşalığı ortadan kaldırmak için henüz hayatta olan Engels’e, 1893’te bir mektup yazarak bu konunun açıklığa kavuşturulmasını rica etmiş. Engels ise son yıllarında zamanının tamamını, artık görme yetisini de önemli ölçüde kaybetmiş olmasına rağmen, Marx’ın ardında bıraktığı teorik külliyatı tasnif etmeye ve özellikle de Kapital’in geri kalan ciltlerini yayımlamaya harcamıştır.

Engels, kendisine yöneltilen bu soruya yanıt vermekten de kaçınamaz; nitekim o Franz Mehring’e, Cündioğlu’nun da twitter ortamında alıntılayarak Marksistlere karşı kullandığı o ünlü cümleyi sarfederek yanıt verir: “İdeoloji, düşünür denen kişinin bilinçle tamamladığı bir süreçtir, fakat yanlış bilinçle.” Ancak Engels, verdiği bu yanıtla, bırakalım kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı, sorunu daha da karmaşık hale getirmiştir. Engels mektubunda, “ideoloji”yi yanlış ve bir burjuva düşüncesi olarak tanımlarken aynı zamanda hayatın gerçeklerinden de kaçınamayacağı için, geçmiş yüzyılın tartışmalarıyla “lekelenmiş” olan “ideoloji” kavramının yerine, bugün de sıklıkla yapıldığı gibi, Almanca bir terim olan “Weltanschauung” kavramını kullanmış ve kullanmayı da önermiştir.

Aslında her iki terim de hem içerik hem de işlev açısından aynıdır. Bir felsefeci olan Franz Mehring’in, Engels’ten aldığı yanıttan sonraki yazılarında ideoloji yerine, “Weltanschauung” terimini sıklıkla kullandığına böylece tanık oluyoruz.

[18]40’lı yıllarda, dünyanın büyük bir çoğunluğunun hâlâ etkisinde olduğu feodalizmin dünya görüşü [Weltanschauung], ensesinde sosyalist dünya görüşünü her an hisseden kapitalistlerin dünya görüşü tarafından yerle bir edildi.[27] Üç satırlık cümlede üç kez “dünya görüşü” yani “Weltanschauung” terimi kullanılmaktadır. Hem de der defasında “ideoloji” kavramının muadili olarak. Nitekim Mehring’in cümlede kullandığı “dünya görüşü” yerine “ideoloji” terimini koyduğunuzda metindeki anlamda hiçbir değişiklik olmaz. Almanlar işi biliyorlar, her yabancı terimin yerine kendi dillerinde yeni bir terim yaratmak konusunda ünlüdürler.

Anlaşılan Cündioğlu da, aradan 150 yıl geçmesine rağmen, ilk dönem Alman Marksistlerin izinden giderek “ideoloji” terimini bir aşağılama olarak kullanmakta, fakat konuşmalarında sıklıkla “ideoloji” yerine “dünya görüşü” ve hatta hatırladığım kadarıyla Almancasını da telafuz ederek “Weltanschauung” demektedir. Peki, aralarından en küçük bir anlam farkı olmamasına rağmen Cündioğlu neden “ideoloji” sözcüğünü bir küfür gibi kullanırken, onun muadili olan “dünya görüşü”nü tercih etmektedir? Çünkü Marksizm’e vurmak bir modadır ve Marksizme ve ideolojilere vurduğunuzda, sıradan insanları avlamak daha kolaydır da ondan.

İdeoloji terimini lügattan silmek isteyebilirsiniz, fakat onun muadili olarak kullanılan “dünya görüşü” ifadesini, yani sınıfların “Weltanschlauung”unu ortadan kaldıramıyorsunuz.

Aslında burada, göçebe tarzı yapılan felsefenin kavramsal sefaletiyle de karşı karşıyayız. Kronik kuşkuculukla, bırakalım kavramları hakkıyla tanımlayıp kullanmayı, sağlam bir bilgiye de sahip olamıyorsunuz. Nasıl ki göçebe, herhangi bir uygarlık birikimi ya da kültür varlığı inşa edemiyorsa, kronik kuşkucular da varlığın somut bilgisine sahip olup kavram inşa edemiyorlar.

Varlık, sürekli değişken olduğu için, kronik kuşkucu mevcut bilgiyi yadsımak zorundadır. Bilgi sabittir ve tanımlanabilirdir. Eğer siz her şeyden kronik olarak kuşku duyarsanız, hiçbir zaman bilgiyi de sabitleyemezsiniz. Bilgiye ulaştığınızı söyleseniz bile onu bir başkasına aktaramazsınız.

Kavram, bilgilerin soyutlanmasından çıkar. Güvenilir bilgi yoksa, kavram da yaratamazsınız. Kavram yoksa, ilke de inşa edemezsiniz. İlke yoksa, değer de yaratamazsınız. Çünkü değer, varlığın niteliğinin tanımından başka bir şey değildir. Tanımsa, yeniden bilgiden hareket etmek zorundadır. Değer, varlığın niteliğinin ölçüsüdür ve ölçü de ancak mevcut bilgiyle anlam kazanır. Kısacası, göçebe tarzı felsefe, bilgi kuramında da sağlam ayaklar üzerinde duramamaktadır. Sürekli yer değiştirmek zorunda olduğu için de biraz önce söylediğini birkaç dakika sonra reddetmek durumunda kalmaktadır.

Plehanov’da İdeoloji Kavramı

Sosyalist saflarda ideoloji teriminin tanımıyla ilgili tartışma tabii ki kesintiye uğramadan devam etmiştir.

Kavram sorunu, kendisini yeniden siyasal ve felsefi tartışmalarda hissettirdiğinde, konuya el atan bu kez dönemin büyük Marksist teorisyenlerinden G. Plehanov olmuştur.

Marksizm saflarındaki bilgi kuramına ilişkin tartışmalara Plehanov, 1908’de yazdığı Militan Materyalizm adlı kitabıyla katkıda bulunur. Plehanov şunları yazar: “Fiziksel dünyanın sosyal olarak örgütlenmiş deneyin ürünü olduğunu anlatan felsefe [Fransız materyalistleri], Marksist anlayışa uygun sonuçlara varmaya ötekilerden daha yeteneklidir… Biz sıradan Marksist değiliz, biz üstün Marksistiz. Sıradan Marksistler şöyle diyorlar:‘insanların ekonomik ve sosyal ilişkilerince koşullanmış temeller üzerinde onlara uygun ideolojiler doğmaktadır.’ Biz süper Marksistlerse şunu ekliyoruz: ‘sadece ideolojiler değil, fiziksel dünya da doğuyor.’ Okurun gördüğü gibi biz, Marx’tan daha fazla Marksistiz ve bu, hiç de küçümsenecek bir değer değil! Elbette abarttığımızı düşünüyorsunuz, ama boşuna. Sözlerimde en ufak bir abartma yok![28]

Lenin, Lukacs, Gramsci’de İdeoloji Kavramı

Plehanov’tan sonra ideoloji terimini, “her toplumsal sınıfın kendine has felsefi ve siyasal düşüncesi” olarak kullanan yine bir başka Rus Marksisti olan W.I. Lenin olmuştur. Lenin’den sonra da önce Macar düşünür George Lukacs ve onun ardından da İtalyan devrimcisi Antonio Gramsci, “ideoloji” kavramını kökten inceleyen düşünürlerin başında gelirler.

Lukacs Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde ideolojiden, “proletaryanın ideolojisi” olarak bahsederken, Gramsci ise Hapishane Defterleri adlı eserinde, “farklı sınıfların doğal olarak farklı ideolojilere sahip olduklarını ve her sınıfın, toplum üzerinde kültürel hegemonya kurabilmek için kendi ideolojisini inşa etmek durumunda kaldığını” vurgulamıştır. Gramsci’nin teorisinin merkezindeyse “ideoloji” değil, ideolojiden daha geniş anlamda kullanılan “hegemonya” kavramı bulunur.[29] Gramsci’ye göre hakim sınıflar, toplum üzerindeki hakimiyetlerini, devlet zorunun yanı sıra, alt sınıfların rızalarını kolaylaştıran ideolojik aygıtlar üzerinden sağlarlar. Eğitim kurumları, yasalar, örf, adet ve gelenekler, din ve inançlar sistemi, söz konusu ideolojik araçların en önemlilerindendir. “İktidara gelmek isteyen devrimci sınıflar da, eskiden burjuvazinin yaptığı gibi, kendi özgürlük ve eşitlik taleplerini, ideolojik aygıtlar üzerinden toplumun genel talepleri haline getirmelidirler.” Nitekim Marx’ın 1859 yılında yazdığı metinlerden hareket eden Gramsci, yurttaşların, toplumsal çatışmalardaki konumlarını, ideolojiler üzerinden kavradıklarını söylemiştir. Gramsci’ye göre, olağan yaşam koşullarında kendi toplumsal bilincine ulaşamayan ezilen sınıfların aydınlanması, ancak onların ideolojik donanımlarını sağlayacak olan “organik aydınlar” üzerinden gerçekleşebilirdi. Çünkü emekçinin sıradan ve kendiğindenci bilinci, hakim sınıfların gelenekler üzerinden topluma kabul ettirdiği bilinçti.[30]

Althusser’de Devletin İdeolojik Aygıtları

İdeloji kavramını geçtiğimiz yüzyılın 70’li yıllarında ayrıntısıya inceleyen ve onu devrim mücadelesinin önemli alanlarından biri haline getiren Marksist düşünürlerden biri de Fransız filozofu Louis Althusser’di.

Althusser, Devletin İdeolojik Aygıtları[31] adlı eserinde ideoloji kavramına yeni bir boyut kazandırır. Ona göre “ideoloji, toplumsal formasyonu meydana getiren üç ana düzlemden (Ekonomik düzlem, Politik düzlem ve İdeolojik düzlem) biridir.” Dolayısıyla “ideoloji, klasik anlamda ekonomik altyapının bir uzantısı değil, nispeten özerk ve sınıfların iktidara gelmek için inşa edecekleri ilkeler silsilesidir.”

Althusser’e göre ideoloji, eski ekonomist anlayışa karşıt bir şekilde, sınıf mücadelesinin ihmal edilmemesi gereken önemli alanlarından biridir. “İdeoloji kitlelere, sadece bilinç taşımaz, aynı zamanda belirli somut koşullar altında, emekçileri tarihin öznesi haline getiren bir rol de oynar.” Bu bakış açısıyla yaklaşıldığında ideoloji, Marx ve Engels’in ilk yazılarında ifade ettikleri gibi, burjuva sınıfının mistifikasyon aracı değil, aksine her sınıfın kendi bilincini oluşturduğu düşünsel sistemlerden birine dönüşmektedir.

Althusser bunu şöyle ifade eder: “Hiçbir sınıf, devletin ideolojik aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz. Devletin ideolojik aygıtları, yalnızca sınıf mücadelelerinin kazancı değil, fakat sınıf mücadelelerinin ve çoğunlukla da amansız sınıf mücadelelerinin alanı da olabileceklerini anlamamız gerekir.[32]

Yine Althusser söz konusu eserinde, devletin ideolojik aygıtlarının işlevini şöyle açıklar: “Devlet, teorisini geliştirmek için, yalnızca ‘devlet aygıtı’ ile ‘devlet iktidarı ayrımını değil, fakat açıkça devletin (baskı) aygıtının yanı sıra onunla karşılaştırılmaması gereken bir gerçeği de göz önüne getirmek gerekir. Bu gerçeğe kendi kavramının adını vereceğiz: ‘devletin ideolojik aygıtları’.”

İdeoloji kavramı üzerine yaptığımız bu kısa gezintiden de anlaşılacağı gibi, Marksizmin ideoloji kavramı, Cündioğlu’nun yaptığı gibi, öyle Engels’in kısa bir cümlesine indirgenecek kadar basit ve yüzeysel değildir. Neticede kavram, Marksist saflarda uzun ve derin bir tartışma tarihine sahiptir. Marksist gelenek, çok önem verdiği ideoloji kavramının, özellikle son 50 yıldır, oldukça örselendiğinin ve bunun üzerinden bizzat Marksizmin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığının da bilincindedir.

Ancak şunu bir kez daha vurgulamakta yarar var ki son 30 yıldır dillendirilen “ideolojiler öldü” şarkısı, geçici bir modadan ibarettir. Ayrıca derinlemesine incelendiğinde, bu söylemin kendisinin de okkalı bir hakim sınıf ideolojisi olduğu görüleecektir.

Neticede İnsanlık tarihi, devrimci sınıfların her yenilgisinin ardından bu ve benzeri moda söylemlere tanıklık etmiştir; ancak gelecekte de görüleceği gibi, ezen-ezilen çelişkisi devam ettiği sürece, sıfatları ve talepleri ne olursa olsun, devrimci sınıflar, yeniden yerlerinden doğrulacak, özgürlük ve eşitlik ideallerinin ölmediğini bir kez daha ideolojileri üzerinden göstereceklerdir.


[1] Bu yazı ODATV’de, 19 ve 25 Mayıs 2004 tarihlerinde iki bölüm halinde yayınlanmıştır.

[2] Prof. G. Schischkoff, Philosophisches Wörterbuch, Kröner Verlag, Stuttgart, 1978, s.134.

[3] I. Kant, Die Drei Kritiken, Kröner Verlag, Stuttgart, 1949, s.15

[4], J. Ritter (Hrsg.), Historisches Wörterbuch der Philosophischie, Wissenschaftliche Buchgesellschaft, Darmstadt, 1972, s.588.

[5] F. G.Hegel, Bütün Yapıtları-Seçmeler 1, Onur Yayınları, Ankara, 1976, s.101.

[6] Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996, s.372 vd.

[7] K. Marx/F. Engels, Komünist Manifesto, Kafka Yayınları, İstanbul, 2018, s.68-69.

[8] Friedrich Engels, “Önsöz”, Das Kapital, c.1, Yordam Yayınları, İstanbul, 2015, s.38.

[9] Immanuel Kant, Kritik der Reinen Vernunft, Leipzig, 1919, s.14.

[10] F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 1975.

[11] Bu devrimlerin etkilerini kavramak için, Türk Ütopyaları, Osmanlı’dan Günümüze Özgürlüğü Düşlemek ile Sun Yat-Sen, Halkçılık Üzerine adlı çalışmalarıma bakılabilir.

[12] Bu devrimlerin etkilerini, o dönemlerde yaşamış düşünür ve filozofların eserlerinden hareketle yazdığım Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Aydınlanma, Fransız Materyalizm, Amerikan ve Fransız Devrimleri, c.3’e bakılabilir.

[13] Birçok insan ki bunlara bazı Atatürkçüler de dahildir, “Kemalizm” kavramının Atatürk’ün ölümünden sonra ortaya atıldığını ileri sürmektedirler. Bu doğru değildir. Henüz Atatürk’ün yaşadığı dönemde yazılmış ve yazarları CHP’nin önde gelen insanlar olan bazı yazarlar, “Kamalizm” başlıklı birkaç kitap ve makale kaleme almışlardır. Fakat buna rağmen Atatürk her zaman “Hakiki Mürşit İlimdir”, “bizim ideolojimiz bilimdir” diyerek kendisini gelişmelerle kapatmayan bir ideolojiyi savunmuştur.

[14] Aristoteles, Nikomachische Ethik, Artemis Verlag, Zürich, 1967, s.60-61.

[15] I. Kant, Kritik der praktischen Vernunft. Grundlegung zur Metapysik der Sitten,  Reclam Verlag, Leipzig, 1978, s.146.

[16] Kitabın Almancasın başlığı şöyle, A. De Tracy, Grundzüge der Ideenlehre, Ideenlehre im eigentlichen Sinne, Hrsg. H. Jörg Sandkühler, Frommann-Holzboog Verlag, Stuttgart, 2016.

[17] De Tracy, Grundzüge der Ideenlehre, s.XVII-XVIII.

[18] De Tracy, aynı yerde, s.XXI.

[19] Heinrich Heine, Lutetia, Berichte über Politik, Kunst und Volksleben (Politika, Sanat ve Halk Yaşamı Üzerine Notlar), Berlin, 2014.

[20] Aynı yerde.

[21] G.W. Hegel, Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte, Suhrkamp, Frankfurt, 1985, s.533.

[22] K. Marx, Ergaenzungsband, zur Band 40, Dietz Verlag, Berlin, 1968, s.

[23] Marx/Engels, Die Deutsche Ideologie, Dietz Verlag, Berlin, 1953.

[24] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2005, s.39

[25] K. Marx, Age, s.10.

[26] F. Engels, ekonomi politiğin yasalarının incelenmesine yoğunlaşmaları nedeniyle, önemli bazı teorik sorunlara ilişkin çalışmaları ihmal ettiklerini, Franz Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 tarihli mektubunda belirtmektedir.

[27] Franz Mehring, Aufsaetze zur Geschichte der Arbeiterbewegung, Dietz Verlag, Berlin, 1980, s.34.

[28] G. Plehanov, Militan Materyalizm, Ekim Yayınları, s.92.

[29] Sadık Usta, Ursprung und Anwendung des Hegemoniebegriffs bei Gramsci, Laclau und Mouffe: Kontroverse bezüglich des Hegemonie-Begriffs, Grin Verlag, Münschen, 2011.

[30] A. Gramsci, Zu Politik, Geschichte und Kultur, Röderberg Verlag, Leipzig, 1980, s.219 vd.

[31] Louise Althusser, Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000.

[32] Louise Althusser, Age, s.36.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir