Hegel ve Diyalektik

Hegel ve Diyalektiğini Anlamak

Hegel’in tarihsel anlamını kavramak, bilimsel sosyalistler açısından olağanüstü bir anlam ifade eder. Hegel, salt diyalektiğiyle anılmayı veya Marksizm’e yaptığı katkısıyla, yani “mistik ve idealist diyalektiğine” indirgemeyi hiç hakketmez. Hegel felsefesi, insanlığın düşünsel birikiminde sanıldığının çok çok ötesinde derin izler bırakmıştır.

Fenomenleri (olayları, gelişmeleri ve kavramları) anlamak için çoğunlukla diyalektiğe başvurulur, ancak bunu tarihselliği içinde kavramak da ancak Hegel’le mümkündür.

Hegel, tüm felsefi akımları tarihsel anlamda birbirine bağlayan ve her dönemi bütünün birer parçaları olarak algılayan ilk filozoftur. Yine tüm bu felsefi akımları, gelişmenin birer evreleri olarak algılamak ve bunların aralarındaki ilişkileri ve kopuşları tahlil etmek de Hegel tarafından başarılmıştır.

Felsefesi idealist olmakla birlikte Hegel, materyalist düşünce akımına tarihte en büyük katkıyı yapan bir dehadır. Aslında Hegel incelendiğin de görülecektir ki onun felsefesi, idealizmden çok materyalizm barındırır. Gelişmeleri açıklarken, tarihsel fenomenleri, düşünceleri, bilginin serüvenini ve en önemlisi de insanlığın gelişimini incelerken Hegel, köklü bir materyalist yaklaşım içindedir. Lenin, “Hegel’in fenomenolojisini kavramadan Marksizmin kavranamayacağını” belirtir ve “bu nedenden dolayı da elli yıldır doğru düzgün bir Marksist’in çıkmadığını” söyler. Hegel’in felsefi yaklaşımını didik didik eden Lenin, “Marksizm’i kavramaya Hegel’le başlamayı” önerir.[1]

Hegel’in büyüklüğü nerede yatıyor?

Birincisi ve önemlisi Hegel, insan emeğinin tarihsel ve toplumsal önemini açıklığa kavuşturan ilk büyük filozoftur. Gerçi ondan çok önce Adam Smith gibi burjuva ekonomistler insan emeğine önemli anlamlar yüklemişlerdi. Ancak Hegel, insan emeğiyle, bilgi arasındaki ilişkiyi ilk ortaya koyan düşünürdür. Marx bu gerçeği şöyle ifade eder:” Hegel’in fenomenolojisinin büyüklüğü, onun, insanın gelişimini ve kendisini yeniden var etmesini (hareketi ve yaratıcılığı olumsuzlukların aşılmasında gören diyalektik yaklaşım) bir süreç olarak algılamasıdır. İnsan var ederken, kendisini yok eder, yok ederken de kendisini yeniden var eder. Hegel, insanı kendi emeğinin bir ürünü, yani üreten insanı gerçek insan, insanın yaratırken de kendisini yarattığını belirterek, insan emeğinin özünü kavrar.”[2]

Hegel’e göre insan, gelişimini, harekete borçludur. Hareket ve eylem ise, insanın ihtiyacından, (yoksunluktan) kaynaklanır. İnsanın doğaya ve topluma, dolayısıyla kendisine eleştirel yaklaşması, yani içinde bulunduğu durumla barışık yaşamaması, eleştirmesi, içinde bulunduğu mevcut durumu eylemiyle yok etmesi, öldürmesi, ortadan kaldırması ve bunun yerine daha iyi yaşanır koşulları getirmesi, böylece yaşamını kolaylaştırması, insanın ve toplumun gelişimini sağlayan temel yaklaşımdır. Bu yaklaşım, felsefe ve kuram tarihinde büyük bir adımdım. Neden? Çünkü insanlar içinde bulundukları konuma, duruma ve şartlara uyum sağlayarak aslında yürürlükte olanı, eskiyi, çürüyeni, olumlamıyorlar, aynı zamanda kendi gelişimlerini de kendi elleriyle frenliyorlar. Hegel, Öncü Gençlik”in diliyle konuşursak, “izleme müdahale et” şiarının insanlığın gelişiminde tayin edici bir şiar olduğunu vurgular.

Hegel’e göre insan, hayvanlar aleminden kurtuluşunu üretimiyle, yani emeğiyle sağlamıştır.

Hegel, üretimi idealistçe ele almakla birlikte, insan bilgisinin kaynağını bu üretim faaliyetinde görür. Bunu özne-nesne birlikteliği içinde açıklayan Hegel, insanın, yani öznenin gelişimini nesnenin değiştirilmesinde görür. Özne nesneyi, yani doğayı değiştirerek, onu kendi yaşamının emrine sokarak, kendisini nesnede, doğada var ederek, yeniden yaratmış olduğunu söyler. Bu süreç “mutlak idea” ya ulaşıncaya kadar devam edecektir. Hegel, insan emeğini insanın kendisini yaratmanın bir aracı olarak görmekle birlikte, bunu sonuçta düşünceyle sınırlar. Bu sınırlılık Hegel’e antik çağdan bu yana süren bir önyargı şeklinde geçer.

Bu sınırlılık nereden kaynaklanıyor?

Aslında idealizmin kökü, onun maddi zemini de tam da burada yatmaktadır. Ancak bu soruna daha ilerde değineceğiz. Düşünceyle, yani İdeayla bu kadar yoğun ilgilenen Hegel’in felsefesi, içerdiği idealizme rağmen “pratiğin felsefesi” olarak adlandırılmayı hakkediyor. İnsan ve onun toplumsal mücadelesi ilk kez Hegel’in şahsında felsefi bir zemin buluyor ve tarihsel alanda bir meşruiyet kazanıyor.

Algısal Bilgi

Hegel’le birlikte “insan pratiği tarihsel anlamına kavuştu” derken aslında tarihte, bilgi felsefesinde büyük bir devrimin yapıldığını vurgulamış oluyoruz. Örneğin, kavramların gelişimini inceleyen Hegel, pratikle teori, somutla soyut arasında diyalektik bir bağ kurar. Ona göre insan bilgisi, yani İdea, somut insan eyleminde yaşam bularak gelişir. Yani tek tek eylemler veya somut insan pratiği olmadan düşüncenin doğruluğu da bilinemez. Gerçeklik kendisini, ancak somut insan pratiğinde kanıtlanarak ortaya koyar. Tek tek insan eylemleri birikerek yani “aynılar aynı çatı altında toplanarak” birleşerek insanın gerçekliği haline gelir ve böylece insanın gerçekliği görmesini sağlar. Tıpkı tek tek ağaçların birleşince orman kavramını oluşturması gibi. Hegel’in kavram çözümlemesini takip ettiğimizde, orman kavramına ancak tek tek ağaçlarla ulaşılabildiği de görülecektir. Bilginin bu aşamasına Hegel, “Refleksiyon teorisi” diyor. Yani gerçek, kendisini somut eylemde ve insan pratiğinde kanıtladığında gerçek olabilmektedir.

Mantıksal bilgi

Tek tek somut bilgilerden hareket eden Hegel, somutların kümeler halinde toplanmasıyla da yeni bir kavrama veya tümele soyutlama üzerinden ulaşıldığını belirtir. Hegel’e göre genel teoriler, tek tek somut pratikten çıkarılmış bilgilerin toplamı değildir. “Toplam” dendiğinde akla daha çok donuk ve durağan bir olguyla karşı karşıyaymışız gibi gelmektedir. Bu bakımdan Hegel teoriyi, sürekli gelişme içinde görür ve onu bir süreç olarak kavrar.

Bunu bir martının avlanmasıyla da açıklayabiliriz. Martı, denizin yüzeyinde süzülerek avını izler ve onu bir dalışla yakalayarak yeniden göğe tırmanır. Bu esnada avlanma konusunda deneyimini deneyimle derinleştirmişti. Havalanan martı, bu arada yeni bir dalış yapabilmek için denizin yüzeyini, kazandığı yeni deneyimin bilgisiyle izlemeye devam eder. Dalış ve avlanmak, somut bir pratikse, havalanıp yüksekten izlemekse soyutlamadır. Yaşam da zaten bundan ibarettir. Günlük ve somut yaşam içinde bilgiler edinir ve bu bilgilerin birbiriyle olan ilişkilerini açığa çıkararak (soyutlayarak) yeniden hayata müdahale ederiz.

Hegel’e göre soyutlama “özün”, yani gerçeğin açıklanmasıdır. Teorinin varlığı, somut bir eyleme uygulanarak, pratikte yeniden kanıtlanmazsa, o zamanla donuklaşır ve gerçeği açıklayamaz hale gelir. Bu bakımdan her düşünce kendisini mutlaka nesnede yeniden ve yeniden var etmelidir. Her doğru düşünce, Marx’ın tabiriyle “kitleleri sarması” gerekir. Kitleler içinde güç yaratmayan, teoriler ve eleştirilerin pek bir kıymeti yoktur.

Gerçeğe ancak ve ancak tek tek somut eylem ve pratik, yani nesnenin, doğanın, toplum ve insanın değiştirilmesiyle ulaşılabilir. Tek tek insanı değiştirmeyen ve onları örgütlemeyen bir hareketin “teorik doğruları” gerçeği ıskalamaya mahkumdur. Aslında soyutlama, demir madeninin cüruftan ayrıştırılmasına benzer.

Maden, topraktan çıkarılan cürufun işlenmesiyle elde edilir. Nasıl ki bunun için o maden karışımının ocakta yüksek derecede eritilmesi gerekiyorsa, temel örgüt de mevcut toplumsal yapının hareketlendirilmesinin sonucunda öncü ve sıradan insanların ayrıştırılmasıyla yaratılabilir.

Tek tek somut faaliyetler, ki biz buna kitle faaliyeti diyoruz, yani üye kazanmak, kazanılan üyeyi kendi günlük üretim ve yaşam faaliyeti içinde örgütlemek, yönlendirmek, eğitmek ve öncüleştirmek, kıacası teorinin inşasında çok önemli bir rol oynamaktadır.

Tek tek yapılan faaliyetler arasında çıplak gözle görülmeyen bir iç bağlantı söz konusudur. Örneğin, kitlelerin gericiliğe karşı ayaklanması, fabrika emekçilerinin özelleştirmeye karşı durmaları, memurların sendikal ve özlük hakları için sokağa dökülmeleri, öğrencilerin parasız ve demokratik eğitim hakkı için örgütlenmeleri, Bergama köylülerinin yabancı şirketin şahsında emperyalizme karşı durmaları vb tek tek somut eylemlerin iç bağlantılarının ifadeleridir.

Tek tek somut olgular arasındaki iç bağlantılar irademizden bağımsızdırlar. Bunları biri birine bağlayan bir iç zorunluluk vardır. Kitle mücadelesinde de önemli olan bu iç bağlantıyı yakalamak ve zorunluluğu keşfetmektir. Bu keşif aynı zamanda, teorinin inşa edilme sürecinin de ifadesidir.

Hegel’e göre her nesne ya da fenomen, belirli bir gelişmenin sonucunda varlık olmaktadırlar, dolayısıyla her nesne hem bir gelişmenin hem de varlık olmanın ifadesidir.

Gelişmeler tek tek ele alındığında, sanki bunlar tesadüfmüş gibi bir izlenim ediniriz. Ancak Hegel, buna aldanmamayı öğütler. Hegel, her gelişmenin veya olayın, fenomenin ortaya çıkışının zorunlu bir nedeninin olduğunu, yani bu gelişmenin doğasından kaynaklanan bir iç çelişkisinin olduğunu vurgular. Bu da demektir ki, her nesne veya olay, ancak belirli şartlarda ortaya çıkabilir ve varlığını sürdürebilir. Gelişmeler, kendilerine has yasalara tabidirler ve ancak bu yasalar var oldukça ortaya çıkabilirler. Bu nedenle de bunların zorunlu olduklarının dışında bir başka şeye dönüşmeleri olanaklı değildir. Önemli olan da bu yasaları, gelişmenin kaynağına hükmedebilmek için keşfetmektir. Tabii, hükmedebilmek için da mutlaka bu kaynağın, yani zorunluluğun ve sorunsalın bir parçası olmak gerekir. Aksi takdirde gelişmeler kucaklanıp etkide bulunulamaz.

Biz buna, fenomenin çevresiyle olan diyalektik bağ/ilişki diyoruz, yani fenomenin, gelişmenin, olgunun niceliğini ve niteliğini ancak onunla iç içe olan belirleyebilir. Yumurtanın sarısıyla akının iç içe olduğu gibi. Yani bir şeyin ortaya çıkışını belirleyen koşullar veya ön şartlar yaratılmamışsa hem o şeyin ortaya çıkması hem de parçası olunmadığı için etkide bulunmak olanaksızdır. Veya tersi de doğrudur. Yani bir şeyi yaratmak istiyorsanız, onun ön koşullarını yaratmanız gerekir.

Buradan şuraya varılabilir: nesnenin, olayın, fenomenin doğasını biliyorsak, yani onun varlık gösterdiği ve geliştiği şartları, eğilimi vs. biliyorsak ve öz/biçim, merkez/çevre, diyalektiğinin özünü kavramışsak, o zaman gelişme sonuçlanmadan da söz konusu gelişmenin yasalarını ki Hegel buna prensip diyor, çıkarabiliriz. Bu aynı zamanda Hegel’in sistemidir. Gelişmenin sonucunu belirleyen ilkelere, öznenin müdahalesi de dahildir.

Olgusal gelişmeyi, yani olguların yasalarını kavrayamayanlar, gelişmenin dışına düştükleri için ne gelecek üzerinde etkin olabilirler ne de geleceğe ilişkin doğru öngörü de bulunabilirler. Politikada sıklıkla ortaya çıkan sağ ve sol hataların nedeni de budur. Bu yüzden felsefi-siyasi kadercilik ve iradecilik de bu yanılgıdan beslenir.

Hegel’in felsefesinin zaafı, gelişmenin yönünü yanlık kurgulamasıdır; yani maddi zeminden hareketle üst yapının değil, üst yapıdan hareketle maddi zeminin belirlendiğini düşünmesidir.

Tarihsel iş bölümüne kadar uzanan bu yanlış algılayışın kökeni, kafa ile kol emeğinin ortaya çıktığı ilk üretim sürecine kadar götürülebilir. Doğaya ve topluma müdahaleyi, zihinsel etkinlikle sınırlayan idealist düşüncenin temeli de buraya dayanmaktadır.

İlkel komünal toplumun son evresinde insan, iş bölümünü daha etkin bir şekilde kullanarak üretimi arttırmayı başarmış ve böylece siyaset, sanat, felsefe ve bilimin gelişmesini de sağlamıştır. Bu süreç aynı zamanda sancılı bir emek sömürüsüne dayanmaktaydı.

Başta Platon olmak üzere ilkçağ filozofları, emek sömürüsünü meşrulaştırabilmek için düşünsel etkinliği, yani felsefeyi, siyaseti ve sanatı yüceltmek zorundaydılar ki soyutlama da (bilim, felsefe, siyaset, din) bu sayede gelişebilmiştir.

Sonuçta bununla emekçilerin köleleştirilerek sömürüldüğü düzen de meşrulaştırılmış oldu. Bu tarihsel tutum, aynı zamanda insan emeğinin, insanın toplumsal eyleminin, düşünce üzerindeki etkisini de perdelemiştir.

Filozoflar içinde ilk defa Marx, düşünsel etkinliğin ötesine geçen insan emeğinin uygarlığın oluşumundaki tarihsel rolünü açığa çıkartmıştır. Bu düşünsel devrimi Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”de 11 madde halinde açıklamıştı. Nitekim 11. Tez’de şunlar vurgulanır: “Bugüne kadar bütün filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, esas olan onu değiştirmektir”.

Bu tez, insanlık tarihinin büyük düşünsel devrimini en yalın şekliyle ifade etmektedir.


[1] V.İ.Lenin, Felsefe Defterleri

[2]Karl Max, Felsefe yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir