Ezber Değil, Aykırı Tez…
Çoğu kez aydınlanmış insanların, din ve Tanrı inancına karşı çıkmalarının zorunlu olduğu sanılıyor. Aydınlanmış insanlar neden din ve Tanrı fikrine tarihte oynadıkları olumlu işlevlerini de dillendirerek (içselleştirerek) değil de sadece olumsuz işlevleriyle yaklaşıyorlar?
Çünkü insanoğlu, yaşam mücadelesi içinde istisnasız her şeyi araçsallaştırdığı ve o aracın bilincine vardığı anda da onu aşmak gerektiğini düşündüğü için yapar.
Bu ne demektir? Her canlı gibi insan da doğayla iç içe yaşar. Dolayısıyla o bu süreçte, hem doğanın hem de kendi bedenin bilincine varır. Bilincine vardığı organlarının ki bu el de olabilir beyin de olabilir hatta bu herhangi bir yetenek de olabilir, onun ilk anda gelişmemiz için zorunlu bir araç olduğunu düşünmez fakat onun hayat karşısındaki yetmezliğini düşünerek yadsır. Gelişmek için yadsımak zorundadır da, çünkü biz hep ileriye ve daha iyisine doğru programlandığımız için elimizdeki araçları yetersiz bulur ve onu (eğer olumlu işlevlerini kullanamıyorsak) yadsırız.
Aydınlanmış insanlar, din ve Tanrı inancı bilincine, bunların siyasal iktidarlar tarafından baskı ve sömürünün aracı haline getirildikleri için fark ederler. Siyasal iktidar mücadelesi her alanda olduğu gibi ideolojik alanda da yürütülür. İktidarda olanlar, din ve Tanrı inancının yarattığı tevekkül ve itaat kültürünü kendi çıkarları için kullanırken ilericiler de bunların gerçekte ne olduklarını anlatarak insanları aydınlatmaya ve kendi saflarına kazanmaya çalışırlar.
Bu mücadele sürecinde insanoğlu (aydınlanmış insanlar) eğer herhangi bir şeyin olumlu işlevini kullanamıyorsa onu unutmaya veya inkar etmeye yatkın davranır. Bu nedenledir ki ilericiler hep din ve Tanrı inancını olumsuz tarafıyla düşünmüş, incelemiş ve gündeme getirmişlerdir ki nitekim hep de böyle bilinmişlerdir.
Bu anlayış değişmeden uzun erimli kitle desteğine sahip olmak da pek mümkün gözükmemektedir. Yani sadece siyasal mücadelede yöntem ve tarzın değişmesi değil aynı zamanda bilincin de değişmesi gerekiyor. Bir şey hep sadece olumsuz yönüyle vurgulanırsa, o zaman hem ona uzlaşmaz bir şeklide yabancılaşırız hem de onu bir daha kullanamayız.
Aslında din ve Tanrı bilinci, kökeni insanın varlık
olmasında (örn. psikolojisinde) yatmakla birlikte her açıdan toplumsal
bilinçtir. Tıpkı sanat, edebiyat, hukuk, ahlak ve felsefe gibi.
Bunlar ne zaman ortadan kalkarsa din ve Tanrı
bilinci de o zaman ortadan kalkar. Nasıl ki felsefe, sanat, edebiyat, hukuk ve
siyaset bizi ilgilendiriyorsa ve bunları toplumsal hayatımızı var etmek için
kavrıyor ve bunlara yoğunlaşıyorsak aynı tavrı din olgusu karşısında da
göstermeliyiz. İnanmak zorunda değiliz fakat milyonların hayatını belirleyen
bir olgu olması nedeniyle dinler de düşünsel pratiğimizin önemli bir unsuru
olmalıdır.
İktidarlar bize sürekli bir görev paylaşımı
dayatmaktadırlar: din bizim olsun felsefe sizin. Bu görev paylaşımını kabul
etmek zorunda değiliz.
Olgulara diyalektik yaklaşma sadakatini elden
bırakmamak lazım… Sadakat lafla değil içselleştirmeyle olur. Yoksa her şey
döner bizi vurur…
İnsanın kendi elini kullanamaması gibi…