Enine Boyuna Ütopya Yazını

Datça’da Metamorfoz Sanatevi’nde bir Ütopya söyleşisi yapma fikri üzerine, Ütopya konusunu, bir sunumun ötesine taşıyarak, sorulu cevaplı bir röpotaja dönüştererek sorunu enine boyuna konuşalım demiştik. Nesrin Timur, 1993’ten bu yana Türkiye’nin güney kasabalarında “Ütopya Toplantıları” adı altında yapılan ve Türkiye’nin birçok üniversitesinden öğretim görevlilerinin de katıldığı seminerlerin düzenleyicilerinden biriydi. Nesrin’in daveti üzerine Datça’da yıllar sonra Ütopya konulu bir sunumda bulunmuştum. Nesrin de sorularıyla konuyu hem derinleştirmiş hem de kendi görüşlerini eklemişti. Aşağıdaki metin ve söyleşi o günden kalmadır…

Sadık Usta’nın “Ütopya” konulu söyleşisi

Datça’ya 20 yıl önce Ütopya toplantısı için gelmiştim. Ütopya kavramı, 20 yıl önce Türkiye’de çok bilinen bir kavram değildi. 1993 yılında Ender Helvacıoğlu ve Savaş Emek arkadaşlarımızın önderliğinde Bilim ve Ütopya başlıklı bir dergi yayımlanmıştı. Böylece akademisyenler ve ilgililer de ütopya ile tanışmış oldu. Sonra da her yıl yaz aylarında, Ütopya temalı toplantılar düzenleyelim demiştik hem tatil yapalım hem de ütopyaları olanları bir araya getirelim diye…

Ütopya Kavramının Kökeni

Buradaki toplantıda Sevgili Can Yücel de vardı. Biz gençler heyecanla tartışıyorduk. Can Yücel kendi üslubuyla biz gençlere “yeter artık kafa ütülemeyin” anlamına gelen argo sözler söylemişti.

Ütopya, Osmanlıcada hayal anlamına gelen hayat-ı muhayyel kavramıyla karşılanmıştı. Ama en önemlisi de insanlık tarihinde böyle bir kavramın olmamasıdır.

Ütopya kavramını ilk kez Thomas More kullanmıştır. Kendisi Rönesans döneminin ünlü hümanistlerinden biridir ve bir süre İngiltere’de başbakanlık da yapmıştır.

1516 yılında Latince yazılmış “Utopia” başlıklı bir kitap kaleme alır. Bu eser ilk başlarda çok fazla ilgi görmez. Fakat bu kitap bir süre sonra Avrupa’nın başkentlerinde düşünce dünyasını ve kitap piyasasını allak bullak eder. Eser önce Hollanda’da ardından da İngiltere’de yayımlanır.

T. More bu eseri Latince yazar, çünkü bu dil, 16. yüzyılda hümanist aydınların ve özellikle de ruhban sınıfının dilidir. Sonra da Latince yazılan bu kitap, önce İngilizce sonra da Almanca, İtalyanca ve Fransızca dillerine çevrilir.

Gel gör ki bu kitapçık yüzyıllar içinde en çok okunan ve en çok yabancı dillere çevrilen kitap olarak tarihe geçer.

Şu anda Türkiye’de de benim çevirimle birlikte yedi sekiz çevirisi vardır.

Peki ben bu kitapçığı neden çevirdim? Çünkü 2006’da Kaynak Yayınları bünyesinde bir “ütopyalar serisi” hazırlamıştım ve dolayısıyla serinin ilk kitabı olmamakla birlikte Ütopya’yı da bu vesileyle çevirmek durumunda kalmıştım. Benim çevirim Almancadan fakat çevirirken hem İngilizceden kontrol etmiş hem de ilk Latince basımlarından birini Stuttgart Devlet Kütüphanesi’nde kontrol etme imkânım olmuştu.

Ütopya kavramı düşünce tarihinde önce şaşkınlıkla karşılanmıştı.

Halbuki Ütopya terimi, çok basit bir kelime oyunundan türetilmiştir.

Kelimenin kökeni Yunancadan gelir, yani topos yer demektir. Terimin önüne olumsuzluk öneki eklenerek u-topos ve sonra da “diyar” anlamına gelen “ia” sonekiyle birlikte “Utopia” kavramı yaratılmıştır.

Ütopik Düşünceden Ütopyaya

Peki Ütopya nasıl ortaya çıkıyor?

Ütopya bir edebiyat türü olmakla birlikte ütopik düşüncenin insanın varlığında olduğunu söylüyor bazı bilim insanları. Bunun da nedeni şu: insan davranışının temelinde iki dürtü yatar; biri korku, diğeriyse cesarettir. Korku, yeni bir şeye yeltenmemizi önler, çünkü elinizdekini kaybedebilirsiniz. Yeniliğe teşebbüs size üzerinde durduğunuz toprağı kaybettirebilir. Korkuyla cesaret çatışmasının insanda bir ütopik düşünceye neden olduğunu söyleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz konumu, durumu beğenmeyince yenilemeyi düşünürüz. İnsanların antropolojik kökeninden dolayı ütopik düşünceye daha baştan itibaren sahip olduğunu ve daha sonra edebiyat türü olarak ortaya çıktığını söyleyen önemli bilim insanları var.

Antikçağda Ütopya Tasvirleri

Ütopik özlemlerin kökeni, ilk yazılı metinleri üreten Sümerlere kadar gider. Ancak biz bu söyleşide ütopik metinlerin kökenini, antikçağla sınırlayalım.

Tarihçi Herodotos, ünlü eseri “Tarih”te Etiyopya’dan bahseder. “Eu” öntakısı Yunancada “iyi”lik işaretidir. “Eu-topia” dendiğinde, “iyi yer” anlamına gelir. Herodotos, Etiyopyalılardan bahsederken, onların Mısır’ın güneyinde bir yerde yaşadıklarını, esmer tenli, 2 metre boylarında, çok sağlam yapılı ve güzel endamlı insanlar olduklarını kayda geçer. Bunlar birkaç dil bilirler, cennet gibi bir mekânda yaşamaktadırlar. Herodotos burada özel mülkiyetin ve alışılmış klasik aile ilişkisinin olmadığından de bahseder; bu toprakların cennet denebilecek bir yer olduğunu kayda geçmiştir.

Rönesans aydını Thomas More, antikçağ eserlerinden ve Herodotos’dan esinlenerek yazın tarihine muazzam bir kitap kazandırmıştır. Tabii More sadece antikçağdan esinlenmez ayın zamanda o yüzyılda Amerika’yı keşfeden Ameriko Vespucci’nin mektuplarını da okur. Vespucci, Latin Amerika kavimleri hakkındaki görüş ve izlenimlerini Portekiz kralına bir seyrüsefer tutanakları olarak kaleme alır. Sonradan bu tutanaklar Avrupa’nın okur yazar insanları arasında yaygınlık kazanır. Sonraki yıllarda Kristof Kolombos da seyir defterindeki anılarını yayımlar ve böylece Avrupalılar da Kızılderililerle ilgili ilginç bilgiler elde ederler.

Vespucci ve Kolombos Latin Amerika’da karşılaştıkları halkı şöyle anlatırlar: “kötülük nedir bilmeyen, konuklarına her şeylerini sunan, altın ve gümüşle alakaları olmayan, onlardan süs eşyaları yaparak konuklarına sunan insanlardır. Özel mülkiyet yaygın olarak bilinmemektedir, aile kavramı muğlaktır, çünkü herkes bir ailenin bireyidir. O kadar zengin bir toprak ki her bitki bir meyve verir.”

Anılarında, “ahlaken de kabul edemeyeceğimiz adetlere sahipler” diyorlar. Örneğin istedikleri kadınla birlikte olabiliyorlar ki bu da dönemin koyu Katolik toplumuna ters düşen bir durum.

Thomas More bütün bu fikirleri alıp, “keşke böyle bir dünya olsa” demiş ve bu özlemlerini sayfalara dökmüş.

Tasvir ettiği Ütopya, Güney Amerika’da denizin hemen ucunda suni olarak üretilmiş bir adacıktır. Betimlediği adanın kurucusu Utopos, adaya kendi adını vermiş: Utopia. Yani Utopos’un ülkesi.

Ütopya da Nereden Çıktı?

Ütopya’da halk, “biz bu barbar insanlardan uzakta yaşayarak onlardan kurtulalım” demişler, adanın teşkil ettiği toprak parçasını bir kanal açarak ana karadan koparmışlar. Böylece Ütopya, insanların kolay kolay ulaşamayacağı korunaklı bir yer olmuş. Kral Utopos, ilk olarak haseti, kıskançlığı ve özel mülkiyeti kaldırmak gerektiğini düşünmüş.

1500’lü yıllarsa din savaşlarının ve mezhepsel kıyımların olduğu yıllardır; Thomas More da “ütopyada dinler eşittir” diyor. Ütopyalılar bir tek ateistleri sevmiyor. Zihninde Tanrıya şöyle ya da böyle inananların ortak yaşayabileceği hoş bir toplum kuruyorlar. Bunun dışında meslekler ve kadın erkek eşitliği düşünülmüştür. Mal mülk hırsı olmadığı için tüketim de dengelidir. Herkes üretir, ürünleri depolara yerleştirirler ve herkes oradan ihtiyacına göre alır. İş ortamı düzenli ve dönüşümlüdür. Herkesin dönüşümlü olarak her yerde çalıştığı ve ürettiği çok güzel bir toplum düşlemiş.

Bu kitaptan etkilenenler kendi ütopyalarını yazmaya başlıyorlar ve böylece bir edebiyat türü ortaya çıkıyor.

Roman nasıl 19. yüzyılda çıkmışsa ütopya da 16. yüzyılda insanlığa kazandırılmış oldu. Thomas More’dan sonra başka yazarlar da daha farklı şeyler yazdılar. Bugün o yüzyılda yazılmış kitapları eleştirmelerini anlayamıyorum. O yüzyılda ailenin, özel mülkiyetin, hiyerarşinin olmadığı bir toplumu düşlemek çok kolay bir şey değil. Ayrıca Thomas More çok dindar biri, ailesi çok koyu Katolik. Yazılarında İngiliz toplumunu sürekli eleştirdiği görülür. Sonunda da idam edilir. Onun ölümünden sonra düş durmuyor, Rönesans döneminde büyük kitle ayaklanmaları oluyor. Katolik Kilisesinin dini ideolojisine ve büyük baskısına direnişler oluyor. Çekoslovakya, Almanya, Fransa, İngiltere’de her yerde kiliseye karşı isyanlar başlıyor. Bu kitlesel ayaklanmalar kilisenin etkisini yerle bir ediyor. Aynı dönemde büyük buluşlar yapılıyor; Kopernik’in dünyanın yuvarlak olduğunu tasvir etmesi, dünyanın, evrenin merkezi olmadığı fikri ve onun aslında sıradan bir gezegen olduğu, başka gezegenlerin de bulunduğu, bizim aslında güneşe bağlı olduğumuz, bizim merkez değil, fakat uydu olduğumuz vs. büyük tartışma yaratıyor. Kilisenin o güne kadar Tanrı kelamı olarak ileri sürdüğü her şey bir anda bilimsel buluşlarla yerle bir oluyor. Tartışmalar yoğunlaşıyor, bunlara bir de halk isyanları eklenince bütün dönem tepetaklak oluyor…

Ütopyanın Geçmişi

1600’lü yıllardan sonra ütopya ile ilgili akademik araştırmalar başlıyor. Ütopyanın daha öncesi var mı diye bakılıyor. Ütopyanın çıkışı için her ne kadar 16. yüzyıl deniyorsa da ben insanın insan tarafından sömürüldüğü andan itibaren olması gerektiğini düşünüyorum. Ütopya gelecek düşüdür; başka bir dünyayı tasarlamak ve düşlemektir. İnsan niye başka bir dünyayı düşler; mevcut durumdan, içinde bulunduğu şartlardan memnun olmadığı için. Bundan dolayı da gelecek tasarıları düşler. “Böyle bir dünya olması gerekir” der ve bunu da cennet kavramıyla açıklar. “Biz cennetten çıktık, şimdi eziyet dönemidir” der.

Bazı ozanlar da geçmişte insanın insan tarafından sömürülmeden yaşadığı cennet gibi bir ortam olduğu hakkında şiirler, destanlar yazmaya başlamıştır. Bunların ilki Sümerlerde var. Muazzez Hilmiye Çığ’ın hocası Kramer’in çok güzel bir kitabı yayımlandı; Tarih Sümerlerle Başlar diye. İnsanlığın yazılı metinlerinin ortaya çıktığı, bundan beş bin yıl önce yazılmış eserler bunlar. Kramer’in bulduğu ya da tercüme ettiği bir tablet incelendiğinde şunu anlıyoruz: insanlık tarihinde kimsenin kimseyi ezmediği, sömürmediği, eleştirmediği bir dönem olduğunu anlıyoruz. Çünkü bunların yazıldığı dönem kölelik dönemi ve burada eskiye özlem duyuluyor. Eskiden kölelik yoktu deniliyor. Eski düzene özlemin dile geldiğini görüyoruz.

Hindistan ve Çin’deki ilahi metinlere bakıldığında “adalet Tanrısı Indra’nın etkisi bitmektedir” der. Onun yerine ahlaksızlık, eşitsizlik gelmiştir der. Oardan da geçmişe özlem olduğunu anlıyoruz. Çinlilerin MÖ. 6. yüzyılda yazdıkları eserlerdeki betimlemeler de ütopyalara örnek teşkil etmektedir. Antikçağda yunan sanatçıların eserlerinden ütopya ile ilgili bölümleri alıp Antik Çağ Ütopyaları diye derlemiştim.

Platon, Atlas Okyanus’unun ortasındaki Atlantis adasından bahseder, orada eşitliğin olduğundan ama ahlaki yozlaşmalar nedeniyle eşitsizliği ve adaletsizliğin hüküm sürdüğünden bahseder. Platon’un anlattığına göre yapılan kötülüklerden dolayı bu ada denizin dibini boylamış.

Cennetten Komüne Ütopya

Janbulos’un “Güneş Adaları” var, o da Hint Okyanusu’nda adalar tasvir eder ve bu adaların cenneti andırdığından bahseder.

10. yüzyıla geldiğimizde İslam uygarlığı dönemi başlıyor. Uygarlığı bir ırmak gibi düşünürsek hangi topraklardan geçerse oraları sular, bereket dağıtır ve besler, ama oradan da beslenir. Uygarlık önce Çin’e, Hindistan’a uğramış, oralardan epey beslenmiş ve sonra 10. yüzyılda İslam uygarlığı döneminde, Orta Doğu’ya uğramış. Oradan da çok önemli kazanımlar edinerek, 14.-15. yüzyılda İslam uygarlığının gerilemesiyle, çöküşüyle birlikte Avrupa’ya geçmiş ve Avrupa’nın canlanmasına büyük katkılar sağlamıştır.

18. ve 19. yy da ütopik sosyalistler öyle güzel ütopyalar yazıyorlar ki bunları gerçekleştirmek için projeler de geliştiriyorlar. Amerikan topraklarında 17. 18 ve 19. yüzyılda tam 1970 tane komün kuruluyor. Komünlerin kimi tarikatların kimi de sosyalistlerin düşlediği toplumlar. Bunu gerçekleştirenlerden biri de Robert Owen. Kendisi Manchester’da 5 bin işçisi olan bir çırçır fabrikasının sahibi. Amerika ve İngiltere’de işçi yasalarına etkisi olan bazı uygulamaları oluyor. Fabrikada 8 saat çalışma, kreş, kadınların doğum izni gibi bir dizi reformlar uyguluyor. İnsanlığın refaha kavuşması ve mutlu olması için projeler geliştiriyor ve bunları örneklerle gösteriyor. Tasarılarını bütün Avrupa’yı gezip krallara, prenslere ve zengin iş adamlarına anlatarak destek istiyor. Özel mülkiyetin olmadığı 5 bin kişilik köylerde çalışma birimleri kuralım diyor. Ancak sosyalist bir düzen getirmek istediği anlaşılınca dışlanıyor. O da fabrikasını satıyor ve 5 bin işçisiyle birlikte Amerika’ya yerleşiyor. “New Harmoni” diye bir komün kuruyor.

Ama kapitalist bir dünyada küçük bir adanın yaşama şansı yoktur. Birkaç yıl sonra orada bir sürü terslikler ortaya çıkıyor, kazıklandığını görüyorlar, çok büyük hayal kırıklığı yaşıyor, İngiltere’ye dönüyor ve sonra da kalp krizinden ölüyor.

Daha başka insanlar da onun izinden gidiyor komün benzeri yerleşim yerleri kuruyorlar. Bu çabalar 1800’lerin ortalarında Marks ve Engels’in dikkatini çekiyor. Engels, kaleme aldığı 25 sayfalık bir makalede sadece insanların ütopik özlemlerinden değil, aynı zamanda Amerika’da kurulmuş olan eşitlikçi komünlerden de bahsediyor. Hatta sonradan bu projeleri anlatan eserlerin tamamını toplayıp yayımlamak da istiyorlar, ancak paraları olmadığı için bunu gerçekleştiremiyorlar.

Sonra onlardan çok etkilenerek ve kapitalizmden sonra insanlık tarihinin ister istemez eşitlikçi toplumlara evrileceğini düşünerek Komünist Manifesto’yu kaleme alıyorlar. Bu eserde onlardan bahsederken mealen “fikirlerimizin çoğunu onlardan aldık fakat onlar gibi saf ve hayalci değiliz, konuya bilimsel yaklaştığımız için ayaklarımız yere basıyor” diyorlar. “Bu dünyanın insanları olduğumuzun bilincindeyiz. Bunun büyük işçi sınıfı davasının bir parçası olduğunun bilincindeyiz. Ama onların düş dünyaları bizim de büyük düşlere sahip olmamıza neden oluyorlar” diyerek onlardan olumlu bahsediyorlar.

Türkiye’de Ütopya Yok mu?

Şimdi gelelim Türkiye’nin ütopyası yok mu konusuna: Türklerin ütopyaları şöyle var; 1001 Gece Masalları, Orta Asya destanları, Dede Korkut hikayeleri var. Bu eserlerde ütopik düşüncelerin ipuçlarını şöyle görürüz; ahlaki bozulmaya karşı tutum, dostluktan, mertlikten bahsederler, güzellikleri överler, kadın erkek eşitliğini anlatırlar.

Bunların çoğu İslamiyet’e geçişten önce yazılmış metinlerdir. Gerçekte anlamda ütopyalar ise 1850’lerde ortay çıkmış. Bu da normaldir. Neden derseniz; Türkiye’nin bazı solcu aydınları, Türkleri küçümsemek ve Avrupalılara hayranlıklarını belirtmek için Türklerin ütopya, polisiye, roman vs. yazamadıklarından bahsederler. Bunlar saçma şeyler. Neden? Çünkü her şeyin bir zamanı vardır. Romanlar, ütopyalar, polisiyeler büyük kentlerin kurulduğu, işçi sınıfının büyük kentlerin varoşlarını doldurduğu, suçluluk oranının olağanüstü arttığı, ahlaki çürümenin ve çözülmenin çok derinleştiği bir toplumsal zeminde meydana gelir. O da 1700’lü 1800’lü yıllarda Avrupa’da ortaya çıkmış. Çok normal, çünkü masallar eski kavim, kan bağına dayanan toplumların ürünleridir. Destanlar ise demir çağının ürünleridir. Tüm toplumların doğuşunu ifade eden kahramanlık destanları tunç çağının değil demirci ustalarının önderlik ettiği kurtuluş hareketleridir. Demirin bulunmasıyla birlikte üretim araçları daha da güçlendi. Aletin dayanaklılığı artınca insanlık doğayı daha iyi ve kolay işler duruma geldi. Eskiden bakır ve çinko sıklıkla kullanılırdı, kolay işlenirdi, ama alet olarak pek verimli değildi. Onları daha çok tüketim aletlerinde kullanabilirdiniz, fakat üretimde hemen hemen kullanamazdınız. Toplumlar demirin bulunuşunu kurtuluş olarak algılamış, destanlara da böyle geçirmiş.

Her toplumun gelişmişlik dönemi sanat ve edebiyatta yansımalarını bulur. 1800’lerin ortası Osmanlı’nın da çözülme ve yıkılış dönemidir. Osmanlı toplumu ahlaki olarak çürümektedir, yöneticileri kendi toprakları üzerinde söz sahibi değildir, Avrupalılar gelip gidip tokat atarlar; Bab-ı Ali’deki padişahı İngiliz ve Fransız elçisi yönetir.  

Türk Ütopyaları

Toplumsal uyanışın yavaş yavaş başladığı, ama milletlerin de; yani Bulgarların, Makedonların, Arnavutların, Arapların da artık ayrılmaya başladığı bir dönemdir bu. Çözülen bir dönemde modernleşme de oluyor, modern fikirler ortaya çıkıyor. 1850’de Fransız romanı Telemak’ın Osmanlıcaya kazandırılmasıyla Türk toplumu romanla tanışıyor. Kendi roman deneyimlerimiz oluyor, ütopya da bu dönemde ortaya çıkıyor. Türkiye kapitalizmle geç tanıştığı için ütopya da geç başlıyor.

Bizden ütopya örnekleri verelim: Ziya Paşa, Namık Kemal’in ütopyaları var. Bunlar tabii aynı zamanda ünlü devlet adamları. Türkler ütopyalarını Habname olarak ifade ediyorlar yani uyku ve rüya olarak ifade ediyorlar. “Uykuya yattım rüya gördüm” diyor. Uykuya yatıyor öyle bir rüya düşlüyor ki Cumhuriyet gelmiş, Cumhuriyetin hüküm sürdüğü ülkemizde çok düzenli kentler kurulmuş, herkes özgür ve modern bir toplum kurulmuş.

Yani çok güzel ütopik şeyler düşlemişler. Namık Kemal siyasi bir ütopya ortaya atıyor 1874 yılında Görülmüş Bir Rüyadır diye. Ardından Kırım kökenli İsmail Gaspıralı, bir yenilikçi ve laiklikten yana, halkçı ve sosyalist fikirleri yayan bir düşünür olarak gelecek tasarıları ortaya atıyor. İki ütopya düşünmüş biri Kadınlar Dünyası (Osmanlıdaki kadın ve erkeği ters çevirmiş, kıyafetlerini değiştirmiş, toplumu eleştiriyor) ve diğeri de Darürahat Müslümanları. Türk topraklarında ilk defa komünizmin ne olduğunu Tercüman gazetesinde yazan kişidir o.

Bir başka yazar Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1920 yılında yazdığı Hayat-ı Muhayyel en sevdiğim ütopyalardan biridir. Bunlar Tevfik Fikret’lerle çok yakın arkadaşlar. Serveti Fünun edebiyatı çevresinden. Bunlar Yeni Zelanda’ya gidip eşitlikçi bir komün kurmayı düşünüyorlar. Olmuyor, sonra Manisa’da bir çiftlik kuralım diyorlar. O da olmayınca bu kitabı yazıyor.

Kılıçzade Hakkı ve Dr. Abdullah Cevdet’in 1912’de yazdığı kitaplar var. Atatürk’ün bütün uyguladığı programları bunlardan aldığı söylenir. Atatürk’ün kafasındakinin tıpatıp aynısı olduğunu görürsünüz. Zaten Kılıçzade Hakkı sonraları Cumhuriyet döneminde çok önemli bir milletvekilidir; bütün eğitim komisyonlarında vardır. Abdullah Cevdet ise çok ünlü bir hekimdir, ama en önemlisi o radikal bir materyalisttir. Osmanlıda gelmiş geçmiş en radikal laiklik taraftarıdır. Darwin taraftarıdır. Atatürk onu milletvekili yapmak istiyor fakat gericiler onun hakkında bir kampanya başlatıyorlar ki Atatürk de bu düşüncesinden vazgeçmek zorunda kalıyor.

Soru:

Hayal güzel ama Türkiye için çok uzak, artık çok acil ve kesin çözümler üretmemiz gerekir.

Sadık Usta: Değerli arkadaşlar, hayallerimizi barındırmayan bir dünyaya hiç kimse itibar etmez. Bugün AKP’nin iktidara gelmesinin siyasi nedenleri var. Ama Oscar Wild’in çok akıllıca bulduğum bir şiiri var: “ütopya adacığının olmadığı bir dünya haritasının benim için hiçbir kıymeti harbisi yoktur” der. Ben de diyorum ki; acaba biz AKP’ye karşı siyasi projelerimizde geleceğe yönelik halka yeterince umut veremedik mi, ikna edemedik mi, güzel yeni bir şey istediğimizi anlatamadık mı? Bizim kabahatimiz yok mu, halka anlatırken bir kabahatimiz mi oldu? Yeniden halkı kazanmak için ona çok güzel projeler sunmanız gerekir; içinde ışık bulunan programlar olmalı. Aksi takdirde havanda su dövmüş oluruz.

Sadık Usta ve Nesrin Timur ile “ÜTOPYA” röportajı

Nesrin Timur Datça’ya ilk defa 18 yıl önce Ütopya toplantısı için gelip buraya âşık olan ve buradan bir ev alarak önceleri yaz tatillerinde gelip şimdi daha uzun süre yaşamaya başlayan bir arkadaşım. Kendisinin önerisiyle Datça’ya tatil için gelen Sadık Usta’nın Metamorfoz Sanatevi’nde ağustos ayı başında bir söyleşi yapılması kararlaştırıldı. Nesrin’e ütopya toplantısının neden ilk defa Datça’da yapıldığını sorduğumuzda verdiği cevap şöyle oldu:

Nesrin Timur: Cumhuriyet gazetesinde sosyalistler, feministler, sosyal demokratlar toplanacak ve ütopya tartışılacak şeklinde bir ilan çıktıktan sonra Eviçler beni arayarak “bu toplantıyı Datça’da yapalım” dediler. Ben de Savaş Emek ve Ender Helvacıoğlu’nu aradım. Organizasyon yapıldı. Burada Datça Dost’ta toplandık. O dönem burada yaşayan Can Yücel de katıldı. Toplantılar üç sene üst üste burada yapıldı. Ancak daha sonra Savaş ve Ender’in buraya gelme zorluğu yaşaması nedeniyle, bir de lojistik olarak düşünüldüğünde İzmir Karaburun’da yapılması kararlaştırıldı. Daha sonra oraya arkadaşların bir kısmı yerleşti -benim de buraya yerleştiğim gibi ve toplantılarını sürdürüyorlar. Aramızda bir Datça Karaburun rekabeti de doğmadı değil.

Biz buraya ilk geldiğimizde genel olarak ütopyalara başlamıştık. İnsanların farklı ütopyaları tartışılıyordu. Zaman içinde başlıklar kondu örneğin “boş zaman ütopyaları” ya da tıpla, sağlıkla ilgili konular seçildi. Konuyla ilgili insanlardan makaleler isteniyor, katılımları isteniyordu. Örneğin Siyasal hocası Doç. Dr. Alaattin Şenel de bu toplantılara birçok defa katılmış ve bildiriler sunmuştur. Bu başlıklar çerçevesinde senelerce toplantılar yapılıyor. Ama tabii ki birçok insan bundan haberdar değil. Alternatif anlamda değil ama farklı yerlerde bu çerçevede bu tür sohbetler, söyleşiler olur. Bu da Sadık ve arkadaşlarının gelmesiyle olur.

Sadık Usta: Bu toplantılar konuşulurken çeşitli projeler de üretilmedi değil. Zaman zaman bir arazi satın alıp orada sanatçıların yaşayabilecekleri, kendi ürünlerini sergileyebilecekleri bir komün ya da bir koloni şeklinde şeyler de düşünüldü. Ama aynı zamanda Amerikan kolonilerden esinlenerek bazı kalıcı şeyler, yani insanların orada yaşadıkları bir köy şeklinde yerler düşünüldü. Ki şimdi Ege bölgesinde Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin’in Matematik Köyü var. Bu fikirler oradan çıktı. Biz ütopya dedik ama ütopya fikri bu projelerin tartışılmasına ve geniş kesimlerin bundan faydalanmasına neden oldu. Biz toplum projesi olarak düşündük. Ve işte Matematik Köyü; orada matematik konusunda öğrencilere dersler veriliyor. Nesin’in Matematik Köyü bunun küçük örneği. Böyle güzel projelerin hayata geçmesine vesile oluyorduk. Ama Türkiye’nin sıkıntısı şu. Diğer ülkelerde alışık olunan siyasi ortam yok burada. Bir süre sonra çok fazla karışan oluyor. Belediye, jandarma engelliyor. Bu tür alternatif şeylerden Türk toplumu çok hoşlanmıyor. Bizim köylü kitlelerimizin doğal içgüdüleri, sağduyuları var ancak çok çabuk yönlendirilebiliyor. O nedenle şehirlerden gelen kesimlerin kurduğu projelere çok çabuk dikenlerini çıkarabiliyor. Hasır Kamp diye bir yer kurulmuştu. Kısa süre sonra köylülerle orayı hayata geçirenler arasında jandarmanın kışkırtmasıyla gerginlikler çıktı. Türkiye’de böyle sorunlar yaşanıyor; bunlar olmasa çok daha güzel yaratıcı projeler ortaya çıkar.

Nesrin Timur: Mesela biz ütopyalardan sonra şöyle hayaller kurmaya başladık: para toplayıp birkaç dönüp arazi alıp, orada yaşayıp, ekolojik tarımla hayatımızı idame ettirmek. Ama ne o parayı toplayabildik ne de projeyi hayata geçirebildik. İlginç olan şey şu: bizim hayallerimizi hep kapitalizm kendine model seçti. Doğan grubu Amasya’da ekolojik tarım yapmaya başladı. Bu konuda idealist olan gençleri yanına çekerek bunu gerçekleştirdi. Biz hayata geçiremedik ama kapitalizmin dominant bölümleri bu hayalleri kendine yonttu. Şuna sığınıldı. Biz komple bir dünya projesi içerisinde üretimi bir bütün olarak alıyorduk. Oysa sen tüketen bir toplum içindesin, tek yaptığın şey ekolojik tarım yapmak. Yani senin hayalini alıyor, kendine yontarak, o sistemi yamayarak gençleri de kendine çekmiş oluyor. Kendi projesini hayata geçirmiş oluyor, biz geçirememiş oluyoruz.

Sadık Usta: Kapitalizmin en önemli özelliği, insanoğlunun ürettiği ilginç projeleri kullanarak endüstri haline getirmesidir. Büyük kentlerde büyük siteler var, kapalı, bildiğimiz uydu kentler var. Uydu kentler projesi tamamen Amerikan kolonisinden esinlenilmiş şeyler. Tabii kapitalizm ideolojiyi değil, fakat parayı esas alıyor. Bu siteleri belli bir siyasi görüş değil, fakat belli bir gelir grubuna dahil olmak belirliyor. Diyor ki; ben burada aynı kültürü yaşamak isteyen insanları bir araya toplamak istiyorum. Bunlar paralı insanlar onları bir araya toplayıp bambaşka bir hayat sunuyor. Bungalov tipi küçük tatil köylerinin temelini eştiğinizde de o projeyi üretenlerin sizin benim gibi insanlar olduğunu görürsünüz. Bunlar çok güzel bir dünya, insan ilişkilerinin düzgün olduğu, alt yapısı olan, güzel, geleceğe dönük bir kuşak eğiten bir sistem kurmayı düşünürken oradan uyanık birileri (kapitalizmin özelliği uyanık olması) cazip hale getirmek için “ben bunu nasıl yeni bir formatla sunabilirim” diye alıyor çalıyor. Dünya var oldukça bu her zaman olacak. Önemli olan insan ilişkilerini merkeze alan kalıcı projeler yaratmak.

Nesrin Timur: Her şeyden önemlisi bu işin başka türlüsünün olabileceğini düşünmek. İşin anahtarı bu. Yani başka türlü yaşayabilir miyiz? En azından sorgulamak. Zorlanıyoruz ama abartının olabileceğini düşünmek birçok kişinin aklına gelmiyor. Ne kadar sorgulayabilirsek ne kadar düşündürebilirsek ya da insanlar düşünebilirse hayata daha farklı bakabiliriz.

Feyza Ayvaz: İnsanlara hayal kurdurmanın ya da bu gruba sokmanın yolları nelerdir?

Nesrin Timur: Biz günlük yaşamımızı sürdürüyoruz ve belli sıkıntılarımız var; örneğin benim belli sorumluluklarım var. Ben son yıllarda toplantılara fazla gidemiyorum. Ancak Karaburun’da devam eden toplantılar var. Facebook’ta sayfamız var. En önemlisi kitapları yaygınlaştırmak. Okudukça böyle olabilir mi diye sorguluyorsun. Toplantılar, duyurular takip edilebilir.

Sadık Usta: Proje süresince iki dergi çıktı. Bilim ve Ütopya dergisi ile Bilim ve Gelecek dergisi. Bu dergilerin her biri 5’şer bin satıyor.15-20 bin kişi okuyor. Dergilerin amacı yeni bir toplum projesi anlayışını çok sayıda insana anlatmak ve onları ütopya fikrinin sihrine katmak, cezbetmek. Bunun için çeşitli edebiyat, kültür, sanat faaliyetleri yapılıyor. Ancak bunlar sadece bir grubun etkinlikleriyle yapılacak şeyler değil. Hatta tehlikeli de olabilir. Bir noktadan sonra bu, bazı insanların eğlencesi haline de dönüşebilir; eğer bir siyasi ayağı olmazsa ve bugün için örgütlenmezse. Örnek olarak Datça’yı alalım; Datça’da böyle bir toplantı başladı; ütopyalar toplantısını yapan veya bunları tartışan insanlar yaşadıkları bölgede somut faaliyet yapmazlarsa, yani onlardan kaçar, somut hayatın dışında bir şeyler yapmaya, üretmeye kalkarlarsa bunlar eğlencelik olur. Belli bir süre sonra laylaylom olur bu iş. Kimsenin de buna ilgisi kalmaz, zaten kısa bir süre sonra da dağılır. Bu tür projelerin dağılmasının en büyük nedeni budur. Böyle etkinlikler mutlaka bir üretim yapacak, bir örnek gösterecek. Belki bir köy inşa etmek, kalıcı bir şey inşa etmek, insanlara faydası olan bir örnek yaratmak gibi. Bunun için çaba göstermek lazım.

Nesrin Timur: Servetler bir ara bunu gerçekleştirmeye çalıştılar bir miktar. Datça’da bir arazi sahibi bizim arkadaşlara arazisini vermiş “ne yaparsanız yapın” demiş. Sadece kendisine temiz bırakma sözü almış. Onlar da aralarında bir kolektif kurdular. 9-10 kişilik bir grup ekip biçiyorlar. Bu bir örnek. Keçiboynuzu toplamışlar, dağıtmışlar. Ancak bunu yaygınlaştıramamışlar. Nedenini bilemiyorum. Bu belki sosyal bir proje değil ama bir adımdı. Emek verip, üretimi paylaşmak gibi bir süreçti.

Feyza Ayvaz: Almanya’da bu konuda bir örnek var mı?

Sadık Usta: Almanya’da 68 kuşağının bu konuda bazı çabası oldu. Fakat 1990’dan sonra bütün bu faaliyetler dağıldı. Yani 90 öncesi bir kırılma noktasıdır. Doğu Almanya’nın yıkılması kitlelerin beyninde şöyle bir kanaat oluşturdu; tabii televizyon ve internet de sürekli bunu yaygınlaştırıyor: “artık bir sistem var onun da adı kapitalist sistemdir. Onun dışındaki alternatiflerin yaşayamayacağı görülmüştür” şeklinde bir ideolojik hegemonya oluşturuldu. O günden bu yana kolektifi andıran, kamuyu içeren hiçbir şey kolay kolay hayata geçirilemiyor. Zaten şu sıralar bu tür anlayışlar tu kaka.

Nesrin Timur: Amerika’da bazı gruplar var hala, 1800’lerdeki gibi yaşayan değil mi?

Sadık Usta: İsrail’de Kibutzlar var mesela. Onlar da sosyalizan gruplar. Ancak onların büyük kısmı zaman içinde endüstriyel hale geldi. Bunlar genelde modern dini tarikatlar. Belli yaşam kuralları var. Amerika da tehlikeli olmadığı sürece, etrafa yayılmak gibi bir amacı olmadığı sürece buna izin veriyor. Mesela benim ilgiyle izlediğim bir komün vardı. Humphrey Noyes diye bir sosyalist kurmuş, sonra 5 bin kişilik bir gruba dönüşmüş. Şimdi bu artık bir holding. Çok güzel porselen yemek tabakları üreten, bu konuda Amerika’da bir numaralı bir şirket haline geldi. Milyarder oldular. Şimdi artık geleceği düşünen, insanlığın mutlu bir hayat yaşayacağı toplumsal bir proje olarak düşünülmüyor. Bu olağan, çünkü artık dünya değişti, kapitalist dünya her şeyi hızla tüketiyor.

Feyza Ayvaz: Siyaset ve ütopya sizce örtüşüyor mu?

Sadık Usta: Siyaset olmadan ütopyanın hiçbir anlamı yok zaten. Ütopya projelerinin tarihi de bize bunu gösteriyor. Zaten ütopyanın ortaya çıkış nedeni de biraz o. Siyasi ve toplumsal hoşnutsuzluktan hareketle yazılan ve üretilen bir şey bu. Siyasi hayatı, toplumsal düzeni beğenmezsiniz. Gidişatın kötü olduğunu görürsünüz. Bunun değişmesi için bir şey öğretirsiniz. Birilerinin eğlencelik olsun diye yazdığı eserler değil bunlar. Aynı zamanda çok ciddi eleştirilerdir de bunlar. Bu; aynı zamanda toplumun, siyasi ortamın değişmesi konusundaki bir arzudur da. Bu arzuyu gerçekleştirebilirsiniz, gerçekleştiremeyebilirsiniz de. Ama önce bir düşünüyor ünlü adamlar ve sonra hayatları boyunca siyasi ortamın değişmesi için çalışma da yapıyorlar. Şayet bu ütopyalar siyasetle bağlantılı olmazsa insanların hayatında etkili olamazlar. Mesela Platon çok büyük bir filozof ama aynı zamanda Sicilya açıklarında Siraküza bölgesinde oranın yöneticisi olan kralın da arkadaşı. Bir gün “madem senin güzel düşüncelerin var, gel bunları gerçekleştirelim” diyorlar. Saray darbesi oluyor, Platon aktif bir biçimde bu çabaya katılıyor. Ama saray darbesinde karşı taraf kazanıyor. Platon’u köle olarak satıyorlar. Bir arkadaşı müdahale etmese Platon o anda ölecek.

Türk ütopyalarının örneklerine baktığımızda en güzellerinden birini Namık Kemal yazmış. Türkiye’de Namık Kemal vatan ve özgürlük kavramlarının babası olarak bilinir. Siyasi ortam değişmeyecekse ütopyayı bire bir kuramazsınız. Bu doğru, ütopyayı kurduğunuz zaman ütopya olmaktan çıkıyor. Ama ütopya her zaman kurulabilme olasılığı içinde taşıdığı için caziptir. Yani baştan kurulmayacak, gerçekleşmeyecek bir şey olarak ortaya çıkarsa hiçbir cazibesi kalmaz, ilgi odağı olmaz. O yüzden her zaman ikili karakteri olacak; hem gerçekleşebilecekmiş gibi bir görüntü verecek, aynı zamanda gerçekleşmeyebileceğini de düşüneceksin. Ama gerçekleşmeyebileceği de insanın düş gücünü uçuruyor. Bunun gerçekleşme olanağı yok ama ona yakın bir şey gerçekleştirebiliriz diye düşündürüyor. Onu yaparken daha başka şeyler düşünüyorsunuz. Yani size örnek olan birini bir anda aşıyorsunuz. İnsanın düşüncesi de böyle gelişir. O bakımdan siyasi hayata müdahale çok önemli.

Nesrin Timur: Kapitalizmde tüketim var. Senin “şeylerin” olacak onları tüketeceksin vaadi var. Siyasi akımın kendince bir hedefi var. “Ben sana şöyle bir sistem öneriyorum, sen onda şu olacaksın” diyor. Ancak ütopya gerçekleştirmelerinde sistem devam ederken 50 ya da 100 kişilik bir grupla sürdürme çabası ancak din çerçevesinde olduğu sürece devam edebiliyor. Ona sistem izin veriyor, ancak beri taraftan hem bu sistem içerisinde olup hem bunun alternatifini sistem içerisinde yaratmak çok mümkün değil. Siyaset oradan çıkıyor, çıkmalı da daha doğrusu. Çünkü ben sevdiğim, aynı fikirleri paylaştığım 50-100 kişiyle bu süreci yaşamayı değil idealimizde olanları tüm dünya ile paylaşmayı hedef almalı ve bu sistem doğrultusunda bir yol bulmalıyım. Karşısında olma yolu bulmalıyım. Ben sadece ‘iktidar gitsin ya da şöyle olsun’ la yetinmemeliyim. İşte burada bir yol bulma zorunluluğu siyaseti beraberinde getiriyor.

Feyza Ayvaz: AKP sloganında hayaldi gerçek oldu diyor. Bir hayali vardı da gerçekleştirdiği için mi böyle söylüyor? Yoksa bunu yapmadığı halde insanları kandırıyor mu? Hayallerini gerçekleştirdiyse hükümeti başarılı mı saymalıyız?

Sadık Usta: Her siyasi akımın bir ütopyası olur. Ütopya aynı zamanda kendi tabanını mutlu etmek için kullandığı bir unsurdur. Hayaldi gerçek oldu dediği anda ona oy vermiş yüzbinleri mutlu ediyor ve motive etmeye devam ediyor. “Gerçekleştirdik”, yani “ben daha çok gerçekleştirebilme potansiyeli taşıyorum” diyor ve daha da cezbediyor. Çok önemli, sihirli bir slogan.

Nesrin Timur: Her siyasi akımın hayalleri var. Hayal kurmak bize özgü bir şey değil. Onların bir de hayalin ötesinde Cumhuriyetle hesaplaşmak gibi bir hayalleri vardı ve bunu gerçekleştirdiler. Bunun sürecini adım adım kurdular. Gerçekten hayaldi gerçek oldu. Bir taraftan da dindeki cennet ütopyası ve devletin giderek AKP eliyle dincileşmesi insanlarda şöyle bir motivasyon yaratıyor: “Cennet yeryüzüne indi” ve AKP eliyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin cennete iki adımı kaldı gibi ruhani bir sürece geçmiş vaziyette insanlar. Din ne kadar çok hayatta varsa kendilerini o kadar öbür dünyaya yakın hissetmek gibi bir duygu sersemliği içindeler. Irkçılar da ırka dayalı bir projeyle ortaya çıkar. Ama esas olan insanların eşitliğini, kardeşliğini savunmak sosyalist, komünist insanlara özgü diye düşünüyorum ben. Ama bunun gidişatı yöntemleri tartışmalı.

Sadık Usta: Ama her siyasi hareket, her felsefi akım bir uyum dünyası vaat ederek kendini toplum içinde büyütür, kendine bir yer açar. Bu dinci bir akım da olabilir, çeşitli siyasi akımların türevleri de olabilir. Buna faşist bir partiyi de katabilirsiniz. Kimse şunları keseceğim, katledeceğim diyerek iktidara gelmez, vaatte bulunmaz. Hepsinin amacı; “ben tüm sorunları çözeceğim, toplumsal sorunlara çözüm üreteceğim” diyerek herkese içinde yaşayacağı mutlu bir dünya vaadeder. Şimdi bu bir ütopyadır. Ama birinci olarak herkesin bunu nasıl gerçekleştireceği önemlidir. İkinci olarak da hangi yol ve yöntemleri kullanacağı. Tarihte bazı dönemler vardır ki eşit ve özgür olma hayali toplumu daha çok etkiliyor, cezbediyor. Bazı dönemlerde bizim hükmümüz bitiyor. Bugün dincilerin borusu ötüyor. Bugün onlar revaçta, onlar ellerindeki bütün olanakları seferber ediyorlar. Çünkü bugün dünyada dincilik akımlar, milliyetçi akımlar acayip gelişmektedir. Sosyalizan söylemler bugün artık demode olmuş deniyor. Bir bakıyorsunuz dinci söylemler daha çok ilgi çekiyor. Falcılık, üfürükçülük boşuna bizim toplumumuzda gelişmiyor. İstanbul’da adım başı “fal bakılır” ilanları görüyorsunuz. 15 yıl önce böyle bir şey yoktu. Üniversite öğrencilerinin ciddi paralar vererek, fal baktırdığı bir dünya içindeyiz artık. Bu öyle bir şey ki bu kadar modern insanlar nasıl bunu yapar diye hayretler içinde kalıyorsunuz. Dünya son 10-15 yıldır bu durum içinde. Ama bu ilelebet böyle devam etmez.

Feyza Ayvaz: Demek ki insanlar olmayacağını bildiği ütopik şeyleri duymayı her zaman daha cazip buluyor.

Nesrin Timur: Bizdeki muhafazakarlığın gelişmesinin bir nedeni; 80 sonrasında Avrupa’dan özenerek aldığımız cinsel devrimin kapitalizm içinde, tüketim toplumu içinde işlemesidir. Vücutlarını pazarlayan insanları ve yozlaşmayı özgürlük kavramı içinde getirdi. Öbür taraftan halkın ciddi bir kesimi yozlaşmaya tepki olarak bir yobazlaşma süreci içine girdi. Şimdi baktığın zaman kapitalizmin açmazının alternatifini yine kendisi oluşturuyor. Dincileşmeye götürüyor. Tarikatlar var ama gizli değil ki. Devletin istihbaratı var, belli finansal kuruluşlar var. Tüm gelirleri takip ediliyor ama onlara izin veriliyorsa, o sistemin bir arızası var demektir. Keza dincileşmeye, tarikatlaşmaya izin veriliyorsa o sistemde bir arıza var demektir. Sistem kendini böyle yeniliyor diye düşünüyorum ben. Farklı ütopyasını biçim değiştirip ama yine aynı sistem içerisinde gerçekleştiriyor. Sonuçta toplum dincileşiyor diye gelir durumu değişiyor değil . Kapitalizm de değişiyor değil. Yine aynı tüketen toplumsun, sadece kesim yer değişiyor. Bu defa yeşil kesimler tüketiyor. Cennet ütopyasıyla aynı sistem emperyalizmin kucağında devam ediyor.

Sadık Usta: Geçenlerde söz ediliyordu moda dünyasının önemli birkaç ismi Türkiye’yi terk ediyormuş. Onlara nedenini sorduklarında modacılar “Türkiye’de artık giyim alanında zevk kalmadı; ya çok açılıyorlar, ya çok kapanıyorlar. Yapacağımız birşey kalmadı” demişler. Nesrin’in dediği doğru; ya çok açılan bir kesim var Türkiye’de -ki sayıları gittikçe azalıyor. Bunlar moda dünyasının, film endüstrisinin insanları. Bir de onu gösterip toplumu baştan aşağı kapatan kesim var ki onlar da şu sıralar çok büyümüş durumda. Sizin bizim gibi normal insanların çok fazla hayat bulamadığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Feyza Ayvaz: Hayal kurma gücü, alışkanlığı olmayan bir topluma bir siyasi partinin vaatleri ne kadar inandırıcı olabilir?

Sadık Usta: Siyasetin bir somut ayağı bir de geleceğe dönük projesi olacak. Bugünden belki gerçekleşmeyecek olan ama yeni kuşaklara, torunlarınıza bırakabileceğiniz bir dünyadan bahsedecek bu proje. Bunların ikisini çok akıllı bir şekilde birleştirip sunamazsak toplumu yanımıza çekemeyiz. Sadece gelecek planı yapamazsınız. Günlük yaşam devam ediyor, insanların geçim derdi var. Onların günlük ihtiyaçlarına cevap vereceksiniz. Ama bunlar hayali şeyler olmayacak. Ben sana ya iş vereceğim ya maaş bağlayacağım sözü palavra . Bu toplumun yüzde birini etkiler. Biraz ayakları yere basacak. CHP’nin bu vizyonuyla çok fazla şansı yok. Muhalefet AKP’yi taklit ediyor, oyuncak olmuş durumda. Erdoğan da partilerle oynuyor. Bir laf atıyor ortaya günlerce onları tartıştırıyor. Onun projelerini tartışmaktan muhalif partiler başka bir şey konuşamıyorlar. O yönlendiriyor bütün toplumu.

Özkan Schulze: Bütün bu teorik fikirlerin yanında “sanatın da somut bir şeyler yapması gerekir” dediniz az önce. Kimlerden nasıl bir şeyler yapılmasını bekliyorsunuz.

Sadık Usta: Datça gibi bir yer çok büyük olanaklar sunuyor aslında. Dünkü konuşmam sırasında yarımadayı bir kanalla bölmek gibi fikirler de çıktı. Belediyenin olanakları varsa burada insanlar belli bazı ütopik planlara yatkınlarsa -ki ben yatkın olduklarını düşünüyorum, insanlar buraya boşuna gelmiyorlar- bazı şeyler yapılabilir; buranın bir cazibesi var ve buraya gelenler sıradan insanlar değiller. Belli birikimleri var. Bu birikimleri kültür sanat faaliyetleri altında toplamak mümkün. Burada çok güzel şey yapmış, çok güzel bir ortam sunmuşsunuz. Böyle merkezlerin, kuruluşların belli vasıflardaki insanları kendi bünyesine katıp gençlerin onların deneyimlerinden yararlandırılmaları çok önemli. Sonra güzel bir örnek yaratarak başka insanlara da “bak burada başka insan ilişkileri yaratılıyor” dedirtecek şeyler yapmak önemli. Örneğin; buradaki anneler çocuklarıyla farklı konuşuyor. Buraya gelen erkekler eşleriyle farklı iletişim içindeler, çocuklarına farklı davranıyorlar. Dikkat ettin mi oraya giden kadınlar birbirleriyle nasıl farklı konuşuyorlar. Tabii ifadelere, giyim kuşama sinmeli bunlar. İnsanların imreneceği, örnek alacağı küçük küçük adacıklar olmalı. Bu adacıkları buradaki insanların büyük emek vererek yaratması gerekir. Tabii bu kolay değil. Çünkü insanlar buraya gelmektense belki sahilde uzanmayı tercih ediyor. Kendisi bir şey yaratmaktansa televizyon izlemeyi, okumaktansa bir şey duymayı tercih ediyor. Ne yazık ki böyle bir tembellik de var. Ama insanların aktif olacağı, etkin olacağı bir şey bulmak yönetici insanların ne kadar yönetici olduklarını gösterir. Biz orada maharetimizi konuşturacağız. İnsanlar anlamıyor diye, onlar rahatı seviyor diye eleştirmeyelim. Yönetici vasıfları olan insanların onları nasıl yakalayacağına dair kafalarını, beyinlerini zorlaması ve yöntemler bulması çok önemli.

Nesrin Timur: Belediyenin burada sanatçılara destek verdiğini, sahip çıktığını, finansman sağladığını ve gençlere ücretsiz eğitimler vermelerini, eserlerini satmasını desteklediğini düşünelim. Sanatçılar da ütopya kavramını sindirmişlerse eğer gençlerin hayata daha sanatsal bakabileceklerini de öğreteceklerdir. Resim, heykel, müziği kullanarak hayata daha farklı bakmayı öğretecek. Sanatı sadece para kazanmak olarak görmeyecek bundan mutlu olacak. Keşke Belediye Sadık’ın dediği gibi Datça’da gençlere ön ayak olsa da insanlar bu sitemden biraz olsun yırtsa. Sanatın öyle bir süreci olabilir Datça’da. Tabii bütün bunlar uzun soluklu şeyler.

Sadık Usta: Sahilde buraya tatile gelen insanların çocuklarını katacak bir şeyler yapılabilir mi? Sahile bir çadır açıp orada hafif eğlenceli ama aynı zamanda eğiten, onları kazanacak etkinlikler ama aynı zamanda anne ve babaların da ilgisini çeken şeyler yapılabilir. Az önce gelirken Hakan adlı bir ressam arkadaşımı gördüm; akademide de hoca. Mesela o gelse ve burayı görse o da yapılacak etkinliğe katkı yapar. Buraya büyük medyanın yoğunlaştığı yerlerden kaçıp gelen insanlar var onların katılımlarını sağlayacak şeyler düşünülebilir.

Özkan Schulze: Bizim herhalde bir sonraki etkinliğimizin ağırlıklı konusu ütopya olacaktır. Buradaki sanatçı arkadaşlara ütopya teması verilerek bütün bir yıl boyunca resim, fotoğraf, şiir, dans gibi her sanat dalından eserler üretmeleri istenebilir ve paylaşılabilir. Size Metamorfoz Sanatevi’mize geldiğiniz ve ütopya konusunda bize bilgiler aktardığınız için çok teşekkür ederim. Bir sonraki gelişinizde görüşmek üzere..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir