Lukianos ve Jules Verne

“Eski Çağ’ın ekzantrik yazarı Lukianos, sonu gelmeyen bir bilgelik şelalesidir. Onda tarih ve felsefe var, gezi ve serüven var, yenilik ve icad var, ama en önemlisi de insanın yüreğini ferahlatan ütopya var. Lukianos bir bakıma eserleriyle modern çağın fantastik, gezi ve ütopik yazın geleneğinin de tohumunu ekmiştir.”

Eski Çağ’ın harika hiciv ustalarından biri olan Lukianos, beyinleri zehirleyen ne kadar tarih, felsefe ve ahlak kitabı varsa hepsini önüne katıp götürmüş ve kelimenin gerçek anlamında “fosseptik çukuruna” doldurmuş.

Bir tek Epikürist felsefe akımına, ona da, gerçekleri anlatıyor diye dokunmamış.

Ne çok tanrılı dinleri, ne de tek tanrılı dinleri dinlemiş, hepsine ve hatta genç olması nedeniyle çok sayıda köle ve yoksulu da saflarında toplamış olan, ama insanların aydınlanmasını hurafelerle engelleyen Hıristiyanlığa da verip veriştirmiş. Hatta Engels, “Hıristiyanlığın ilk dönemine ilişkin bilgilere onun sayesinde ulaştıklarını” açıklar. (1)

Fantazyanın Düşün Babası Lukianos

O, aynı zamanda Eski Çağ’dan bu yana, fantastik romanın babası olarak da bilinir. Yani Lukianos, aynı zamanda fantastik, gezi ve ütopik yazın geleneğinin de tohumunu ekmiştir.

Kanaatimizce o yalnız Jules Verne gibi 19. yüzyılın geç dönem yazarlarının değil, aynı zamanda “Bin Bir Gece Masalları”nın, 16. yüzyıldan başlayarak, İngiliz, Fransız ve diğer ülkelerin fantastik romanlarının da babasıdır. Sir Thomas More, Jonatan Swift, Jules Verne, Rabelais, Cyrano de Bergerac, Wells gibi büyük eserler vermiş yazarların tamamı, Lukianos’tan kuvvetle esinlenmişlerdir. (2) Hatta bazıları onun bilim-kurgu geleneğinin de babası olduğunu belirtiyor. (3)

Öyle ki Thomas More ve Erasmus’un aralarındaki yazışmalarda sık sık Lukianos’tan bahsettiklerini ve hatta Erasmus’un onun eserlerini Latince’ye çevirdiğini biliyoruz. Ayrıca Erasmus, eserinin Lukianos’un eserine benzemesi nedeniyle saldırıya bile uğrayacağını belirtir. (4)

Thomas More’un Ütopya’sı ise nerdeyse Eski Çağ’ın tüm eserlerinin bir karışımıdır. Ama en azından Ütopya’da kullanılar isimlerin garipliği, başka diyarlara yönelik koloni girişimleri, bunların neden oldukları savaşlar, vs. More’un ondan kuvvetle etkilendiğini gösterir. (5)

Ayrıca 16. yüzyılın İngiliz gezi romanlarını inceleyen C.L.Lewis, Ütopya’nın Lukianos’un modern bir kopyası olduğunu iddia eder. Hatta daha da ileri giderek More’un çağdaşlarının saygısını kazanmak için Lukianos’u taklit ettiğini belirtir.(6)

Gerçi Lukianos’tan önce de gezi-ütopik romanlar yazılmıştı ve o da onlardan kuvvetle etkilenmişti. Burada özellikle Diodorus Sicilus’u anmakta yarar var.(7) Çünkü Diodurus “Tarih”in de iki önemli gezi-ütopik romandan, ya da eserden bahseder ve eserinde bunları kısmen de özetler. Bunlardan biri MÖ. 3. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen “Kutsal Metinler” dir ve yazarı Messeneli Euhemeros’tur;(8) diğeri ise Jambulos’un “Güneş Adaları” dır. Onun ise MÖ. 1. yüzyılda yaşadığı tahmin ediliyor.

Her iki ütopik eser de kısmen gezi-macera romanlarıdır ve ıssız bir bölgede gizli kalmış “tanrının cenneti”ni tasvir ederler.

Konumuz tabii ki bunlar değildir, ama bu iki eserin mutlaka Lukianos’un eserleriyle birlikte anılması gerekir, çünkü Lukionos’un kendisi de bizzat bunlardan esinlenmiştir. Ne yazık ki her iki yazarla ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdır ve eserlerin içeriğini de ancak Diodorus aracılığıyla öğreniyoruz. (9)

Kısacası gezi ve macera romanları, Lukianos’tan önce de yazılmış olmakla birlikte bunların hiçbiri Lukianos’un eserleri kadar, ne kendi döneminde, ne de modern çağda yaygınlık kazanmamışlardır. Bu açıdan bakıldığında Lukianos, hem yaygınlık ve derinlik, hem de konu çeşitliliği açısından fantastik geleneğin tartışmasız birinci sırasını işgal eder.

Doğum Yeri ve Kökeni

Aslen Suriye’li olan ve Samsat’ta doğan Lukianos, aynı zamanda memleketlimiz sayılır. Çünkü Samsat, Malatya sınırları içinde kalan bir yerleşim yeridir. Onun ne doğum, ne de ölüm tarihi bellidir; fakat tarihçiler otobiografik eserlerinden hareketle onun, M.S. 120-180 yılları arasında yaşadığına hükmediyorlar. (10)

Ailesi zengin değildir; babası bir el emekçisidir, anne tarafı tarafı ise mermercilikle uğraşmaktadır. Memleketini terkeden  Lukianos öğrenme hırsıyla önce retorik dersi almış, sonra da felsefeyle ilgilenmiş ve hukukçu olmuştur. Ne var ki o, çağdaşlarının ifadesiyle retoriğe ihanet etmiş, felsefeye ise kara çalmıştır.

Bir dönem Antakya’da avukatlık da yapmış olan Lukianos, sonraları Yunanistan’a, Roma’ya ve Mısır’a da gitmiş. Gezdiği yerlerde dersler vermiş ve karşılığında da çok miktarda paralar kazanmış. Sonunda seyahatlerinden bıkmış ve Mısır’a yerleşmiş. Ardından da Roma’nın Mısır’a atadığı valinin baş katibi olmuş.

Materyalist Çizgi

Eserlerinin toplam sayısı seksen biri bulan Lukianos, kısa bir süre içinde her konuda kalem oynatan derin bilge olmuştur. Lukianos’un her bir eseri bir başka şaheserdir. Öyle ki Lukianos, döneminin hemen hemen bütün yazarlarını bilir ve eserlerini onlardan alıntılarla süsler. (11)

Yalnızca dönemine ait eserleri değil, daha da gerilere giderek, Homeros’u, Herodot’u, Knidoslu Ktesias ve diğerlerini makaraya sarar ve onları halka palavralar anlatmakla itham eder.

O aslen Suriyelidir ve yetişkin yaşına rağmen Yunancayı çok iyi öğrenir. Öyle ki o, Yunanca konuşulan havzada hızla ünlenir. Tabii ki, çoğu zaman sevilmeyen biri olarak. Çünkü o ne din, ne de allah bilmişti; ne otorite, ne de tabu tanımıştı.

Bazıları onu Eski Çağ’ın Voltaire (Engels), bazıları da dönemin “eşsiz kişiliği” (Paulsen) olarak tanımlıyor. Zinizm üzerinden Epikür’le buluşan Lukianos, bu arada materyalizmle de tanışarak, hem sıkı bir Demokritçi, hem de sarsılmaz bir halkçı olur. (12)

Çağdaşları onu, felesefeyi çamura bulamakla eleştirler, ama o bu suçlamadan büyük bir keyif alır. Çünkü ona göre felsefe artık çürümüş ve yerde can çekişmektedir, bu nedenle de insanlara hurafeler anlatmaktadır. Aynı şey bir bakıma tarih için de geçerlidir. Çünkü onlar halka garip yaratıklardan, eğlendiren tanrılardan ve efsanelerden bahsetmektedirler. Halkı aydınlatmak yerine batıl inancı, bilim yerine hurafeyi önermektedirler. Lukianos’a göre yalanın, hurafenin ve adeletsizliğin üzerine üzerine yürünmelidir. (13)

Lukianos köklü bir materyalizme inanır ve aynı zamanda ateisttir. O ruhun ölümsüzlüğüne inanmaz ve bunu da Dimokritis’in yaşamından verdiği bir örnekle açıklar:  “Jüpiter aşkına! Size ondan bahsetmek istiyorum, hani şu övülmeye layık Abderalı Demokritis’ten. O, ruhların ölümsüzlüğüne kesin kes inanmıyordu. Öyle ki, çalışmaları süresince rahatsız edilmemek için kendini şehir dışındaki eski bir türbeye kapatmıştı. Çünkü orada rahatsız edilmeden inzivaya çekilerek, yazılarını yazabiliyordu. Onu küçük düşürmek isteyen şımarık bir genç ise üstüne ölü kefeni geçirerek onu korkutmaya çalışmış. Bunun için de çevresinde dans ederek ona hortlak numarası çekmiş. Gösteriden pek canı sıkılan Demoritis bu duruma dayanamamış ve “ Ey çocuk! Haydi bırakta şu maskaralığı, artık rahat çalışayım” diye çıkışmış. Çünkü o, bir kez bedenlerini terk eden ruhların hiçbir şey olmadıklarını biliyormuş.” (14)

Ayrıca Lukianos Hıristiyan diniyle ve sözümona İsa’nın havarileriyle de alay eder. Onların halkın arasına yaydıkları ve İsa’nın mucizeleri olarak lanse ettikleri hikayeleri de alaya alır.(15) Ona göre Zeüs’ten, Jüpiter’den, Hera’dan bahseden inançlar ne kadar aldatmaya dayanıyorsa, Hıristiyan dini de o kadar dayanıyor. Lukianos da halka hikayeler anlatır, gezilere çıkar, olağanüstü yaratık ve toplumlardan bahseder. Ama bir farkla; o bunları uydurduğunu daha baştan itibaren itiraf eder. (16) Lukianos’un amaçlarından biri halkı eğlendirmekse, bir diğer amacı ki, belki de en önemlisi halkı aydınlatmaktır. Kullandığı yöntem ise harikadır. Bilinen hurafe ve söylenceleri kullanarak hem onları yere çalar ve halkı aydınlatır, hem de halkı eğlendirerek umutlandırır.

Lukianos’ta Halkçılık

Bu açıdan bakıldığında Lukianos ne öncüllerine, ne de ardıllarına benzer. O, hem aydınlanmacı, hem de devrimcidir. Yani o kendisini dönemin hakim ideolojisine teslim etmez, ona tutum alır. İlahlara kafa tutar ve onları eleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ezilenlere umut da aşılar. (17) Bunu da vurucu nüktelerle yapar. Bunun için de bakmışsınız ki bütün ölüleri sırat köprüsünde toplamış ve onları konuşturmaktadır. Orada ölümlülerin hepsi çıplaktır, ruhları değil, etleri huzurdadır.

Yunan mitolojinde ölüler, ahretin bulunduğu adaya bir kayıkla geçerler. Kayığa da ancak hem hafifleyerek binebilirler, çünkü kimse ağırlığıyla kimsenin hakkına tecavüz edemez, hem de karşılığında hafiflemek kaydıyla, en küçük para birimi olan bir obolos ödemek zorundadırlar. Kimse üzerinde fazla bir yük taşıyamaz; yani altın yok, taç yok, makam ve koltuk yok, güzellik ve kalın pazular yok ve hatta göbeğin kenarındaki yağlar bile yok. Ama bigelik var, dostluk var dürüstlük var. İşte eşitliğin  sağlandığı “Öbür Dünyadan” bir tutam konuşma:

“DİOGENES: Senden bir ricam var, Polydeukes: yarın yaşamak sırası sende, değil mi? Yukarı çıkar çıkmaz Menippos’u görüver. “Diogenes seni çağırıyor, Menippos” dersin. Yeryüzünde olup bitenlere güldüğü yettiyse gelsin, burada gülünecek şeyler daha çok. Gülmek için türlü nedenler gösterir; ama orada nedenleri doğru bulmayabilirler: Öyle ya! Ölümünden sonra ne oluyor, o dünyada sahiden bir bilen mi vardır? Burada ise o da benim gibi rahat rahat, hiç şüphe etmeden güler; gelsin de hele zenginleri, kurum satanları, kralları bir görsün: Öyle küçülüp düşüyorlar ki vaktiyle ne oldukları zor anlaşılıyor; boyuna inlemeseler, kendilerini bırakıp ikide bir yerzünü anmasalar biri tanınmayacak. Gelsin de bak onlara ne kadar güler. Böyle söylersin.

POLDYEUKES: Peki, ama yüzü nasıldır, onu bilmeliyim.

DİOGENES: Sırtında delik deşik bir abası vardır, içine her rüzgâr işler, üzerine de renk renk yama vurulmuştur. Boyuna güler; vaktini en çok şu filosof denilen zevzekleri alaya almakla geçirir.

POLYDEUKES: Bu dediklerine göre, kolay onu bulmak.

DİOGENES: Benim senden o filosoflar için de bir ricam var; söyler misin?

POLYDUKES: Anlat hele; o işin de ağır olmaz senin.

DİOGENES: Onlara kısaca dersin ki: Bıraksınlar artık saçmalamayı, âlem şöyleymiş, yok böyleymiş diye çekişmeyi, birbirlerinin kafasına boynuz takmayı, timsahlar uydurmayı, hasılı gençlere öğrettikleri bütün o gülünç soruları bıraksınlar artık.

POLYDEUKES- Ya benim öğüdümü dinlemezler de sen cahilsin, felsefe bilmezsin, ne haddine bizim bilgimize dil uzatıyorsun derlerse?

DİOGENES- O zaman da benim ağzımdan onlara bir küfür savurursun.

POLYDEUKES- Peki, yaparım onu da.

DİOGENES- Gelelim zenginlere, benim Polydeukes’çiğim! Onlara benden şunu deyiver: “Behey sersemler! Ne diye saklarsınız paranızı? Faiz hesaplayacağız, altın üzerine altın yığacağız diye didinmek ne oluyor? Yarın ahrete götüreceğiniz bir tek obolos değil mi?” Burada lepiska saç yoktur, gözün ne mavisi olur, ne de karası; pençe pençe yanaklar da bulunmaz; öyle pazıydı, geniş omuzdu, yoktur burada.

KROİSOS:  Çekemiyoruz artık bu Menippos köpeğini, Pluton; durmasın bizimle. Ya onun yerini değiştir ya biz başka bir yere gidelim.

PLUTON- Size ne kötülüğü olur onun? O da sizin gibi bir ölü.

KROİSOS- Bizler yeryüzünde bıraktıklarımızı, Midas altınlarını, Sardanapallos her türlü zevklerini, ben Kroisos da hazinelerimi anıp anıp inler, yakınırken, o bizim karşımıza geçmiş, alay ediyor, sövüyor; bize köle diyor, pislik diyor; biz ağlarken büsbütün rahatsız etmek için türkü söylediği bile oluyor; kısacası çekemiyoruz artık.

PLUTON- Bak, ne diyorlar, Menippos?

MENİPPOS- Doğrudur dedikleri, Pluton; ne yapayım? Tiksiniyorum bu alçaklardan. Edepsizler, hayatlarını kötülükle geçirdikleri yetmiyor gibi ölümlerinden sonra da yeryüzündeki zevklerini, safalarını anıyorlar, gene ille onları istiyorlar. Benim keyfim onları rahatsız etmek.

Siz ne derseniz deyin, ey Lydia’lıların, Phrygia’lıların, Assyria’lıların en kötüleri olan insanlar! Bilmiş olun, bırakmayacağım yakanızı; nereye giderseniz gidin, ben de arkanızdan gelip sizi iğneleyeceğim, sizi tefe koyacağım, eğleneceğim sizinle. Ağlayın artık.

KROİSOS- Hey ulu tanrılar! Ne çoktu, ne büyüktü benim mallarım!

MİDAS- Sayısızdı benim altınlarım!

SARDANAPALLOS- Ah! Ne güzeldi benim zevklerim! (18)

LUKİANOS’TA SERÜVEN

Gerçek Hikayeler Üzerine adlı eserinde ise Lukianos, tarihçilerin, din adamlarının ve gezginlerin anlattıklarıyla alay eder ve okuru olağaüstü bir serüvene davet eder. (19) Hem de bu anlatılanların hepsinin de düzmece olduğunu söyleyerek:

“Bir zamanlar Cadiks’e binmiş ve yelkenleri dolduran güzel bir rüzgar eşliğinde Hesper Okyanusu’na doğru yola koyuldum.

Yolumuza iyi bir rüzgar eşliğinde, anakarayı gözden kaybetmeden ve fazla da sürüklenmeden, bir gün ve bir gece devam ettik. Ne var ki yeni gün ışığıyla birlikte rüzgar şiddetlenmeye, deniz kabarmaya ve gökyüzüde ağarmaya başladı. Öyle ki yelkenleri bile toplamaya fırsat bulamadık. Kendimizi fırtınaya bırakmak zorunda kaldığımızdan dolayı tam yetmiş beş gün oradan buraya savrulup durduk. Ama sekseninci günün şafak vaktinde, bizden pek de uzak olmayan yüksek ve sık ormanlarla kaplı bir ada göründü. Fırtınanın dinmiş olması nedeniyle adaya yanaşmak aşırı zor olmadı. Adaya yanaşır yanaşmaz da karaya ayak bastık ve kendimizi, uzun bir süre zorluklara katlanmak zorunda kalmış bıkkınlıkla yere attık.”

Ardından adanın ortasından akan şarap ırmağının kaynağını keşfetmeye çıkan kahramanlarımız, yarısı kadın yarısı üzüm ağacı olan yaratıklarla tanışırlar. Onlar sevişme gafletinde bulunanlar ise kök salarak üzüm ağacına dönüşürler.

Uzaya Yolculuk

Sonra yeniden fırtınaya tutulan gemi kahramanlarımızı gökyüzüne taşır. Orada aralarında ay, güneş ve diğer gök yıldızlarının da bulunduğu gezegenlerarası bir şavaş yürütülmektedir. Savaşlarda akbabalar binek atıdır, atkarıncalar savunma yaparlar, lahanakuşları ise darı ve sarmısak fırlatırlar. Orada fillerden on iki kat daha büyük bit okçular vardır; ayda yaşayan örümcekler ise ağlarıyla adalar arası geçişi kapatırlar. Zırhlar ise bezelye ve fasülye kabuklarından yapılmışlardır.

Her iki tarafta da savaş işaretini eşekler vermişlerdir; zira eşekler, trompet yerine kullanılıyorlar.

Gökyüzünde sivrisinek binicileri, lahanakuşlarını darmadağın ederler o kadar çok düşman öldürülmüştük ki, tıpkı dünyadaki akşam güneşinin ufukta yarattığı kızıllık gibi bulutlar kızıla boyanmıştır.

Düşmanlar, Endymions’un başkentini ablukaya almaktansa, güneşle ayın arasını iki kat bulutla kapatırlar, hem ikisi arasındaki haberleşmeyi kesmek, hem de ayı ışıksız bırakmak için.

Ancak dostlarımız ayı terketmeden önce bir şey daha farkederler: Selenitlerin kadını yoktur. Orada herkes erkektir ve çocukları da erkekler doğuruyorlar. Orada erkek erkeğe evleniliyor, zira onlar dişi türün varlığına öylesine yabancılar ki, dillerinde bunu karşılayacak bir kavram bile yoktur.

Daha ilginci ise şudur: Orada Dendrit denen bir insan türü var ki, onlar şu şekilde dünyaya geliyorlar: Bir adamın sağ yumurtası kesiliyor ve yere dikiliyor; sonra da bu ağır ağır toprakta yeşeren, penis şeklinde etli, dallı ve yapraklı bir fidan oluyor; hatta elli santim boyunda palamuta benzeyen bir de ürün veriyor. Bu ağaçlar zamanı gelince kırılıyor ve içindeki insan çıkarılıyor. Bu Dendritler doğadan, cinsel organı olmaksızın yaratılıyorlar; bu nedenle de bunlar kendilerine, gerçeğe yakın bir yapay penis taktırıyorlar; zenginler kendilerine fildişinden taktırırken, yoksullar ise, ağaçtan olanla yetinmek durumundadırlar.

Selenitlerin giysilerine gelince; zenginler üzerlerinde camdan, fakirler ise tunçtan yapılmış giysiler taşıyorlar. Zira burada yığınca tunç madeni vardır ve bunu biraz sulandırarak, tıpkı bizim yünü işlememiz gibi işliyorlar. Ayrıca onlar öyle gözlere sahipler ki, bunları çıkarıp alabiliyorsunuz. Gözlerini korumak isteyen herkes bunları, çıkarıp saklayabiliyor. Görme ihtiyacı duyunca da onları yeniden yerlerine yerleştiriyor. Öyle ki orada  zenginler, bir düzine yedek göze sahip.

Nihayet burayı terketmek zorunda kalan dostlarımız bu kez de Bin Bir Gece Masalları’ndakine benzer bir serüvenle karşılaşır ve kendilerini bir balinanın karnında bulurlar. Önce burada büyük bir adanın oluştuğunu anlarlar, sonrada orada bir isyan başlatarak halkı inim inim inleten eşkiyaları altederek, oradan kurtulmayı başarırlar.

Lukianos’ta Ütopya
En sonunda da mitolojinin ünlü cenneti olan “kutsanmışların adası”na varırlar ki bu motif hem Yunan mitolojisinin vazgeçilmez unsurudur, hem de tüm tek tanrılı dinlerin “cennetmekanıdır”.

“Gemiden indik. Çiçeklerle donanmış çayırdan henüz geçmiştik ki, doğrudan sahili korumakla görevli nöbetçilerin ellerine düşmüştük; ellerimizi gül sarmaşıklarıyla bağlayarak bizi baş komutanlarına götürdüler. Yolda buranın, Kretenserlerin Rhadamanthus’unun yönettiği “cennetmekanlıların” adasında olduğunu öğrendik.

Kısa bir sorgudaın sonra adada en fazla yedi ay olmak üzere kalabilecektik. Kutsanmışlarla birlikte yaşayacak ve yedi ay sonra da itirazsız bir şekilde yolumuza devam edecektik. Ama önce keyfimize bakacaktık: şehre götürüldük ve kutsanmışların yemeğine davet edildik. Şehrin tamamı altında yapılmış ve çember duvarları ise zümürttendi. Yedi kapısının her biri de tek parçalı bir tarçın ağacından yapılmıştı. Şehrin tüm zemini, meydanlardaki ve sokaklardaki kaldırım taşlarının tümü fildişinden yapılmıştı. Tanrılara adanmış tapınakların hepsi de kare şeklindeki gökzümrütten yapılmıştı. Yüzlerce öküzün kurban edildiği yüce sunaklar ise amethysttendi(menekşe renginde bir tür kuars). Şehrin çevresinden elli metre genişliğinde ve bir insanın yıkanabileceği kadar geniş bir gül suyu ırmağı akıyordu. Harika yapılardan oluşan hamamlar kristaldendi. Fırınlarında tarçın yanardı ve küvetleri su yerine çiyle doluydu.

Günlük giysileri, zarif erguvan rengindeki örümcek ipeğindendi. Onların gerçek anlamda bir bedeni yoktu ( zira onlara dokunulamazdı, çünkü ne etleri, ne de iskeletleri vardı), yalnızca şekil ve düşünceleri vardı. Tüm bunlara rağmen yürüyorlar ve duruyorlar; hepsinin bir düşüncesi var ve diğer insanlar gibi konuşuyorlardı. Kısacası sanki ruhları çıplak dolaşıyordu ve yalnızca bir bedenin görüntüsüyle örtünmüşlerdi. İnsan onları dikelmiş ve yalnızca gölgenin siyahlığı yerine bedenin doğal rengini almış olan bir gölgeyle de kıyaslayabilirdi. İnsan sanki onların bedene sahip olmadığından emin olmak için dokunma isteği duyuyordu.

Burada kimse yaşlanmıyordu, herkes buraya geldiği gibi değişmeden kalıyor. Ayrıca burada bizim ifademize göre ne gece, ne de gündüz var. Ne aydınlık ne de karanlıktır, tıpkı sürekli safak vakti gibi. Bu arada onlar yalnızca bir mevsimi yaşıyorlar; buranın havası sürekli ilkbahar havasıdır ve ayrıca yalnızca nesim esmektedir.

Bu nedenle de ada sürekli yeşille donanmıştır; ada hem her türden çiçeklerle, hem de aşılanmış ve gölge sunan ağaçlarla bezenmiştir. Üzüm asmaları yılda oniki kez vermektedir; hatta şeftali ve elma ağaçları, Minos ayı denen ayda iki kez olmak üzere yılda onüç kez ürün vermektedir. Başaklar buğday yerine, başakların ucundan sünger gibi küçük ekmekler vermektedir. Şehrin etrafında tam üçyüz altmış beş tane su kaynağı, bir çok bal kaynağı, biraz küçük olmakla birlikte elli civarında çeşitli esans ve ıtır kaynağı ve hatta yedi süt kaynağı ve sekiz şarap kaynağı bulunuyor.

Yemeklerini yedikleri alan, şehrin dışında ve cennet bahçesi dedikleri yerde bulunuyor. Burası, etrafı yüksek ağaçlardan oluşan sık ormanlarla çevrili harika bir çimenliktir; öyle ki ağaçlar, yemeğe oturanları gölgesiyle rahatlatmaktadır. Ayrıca yemek esnasında müzik ve şarkılarla da keyifleniyorlar. En çok da Homeros’un şiirlerini söylüyorlar, zira o da onların arasında bulunuyor ve Odisse’den daha yüksekte bir mevkiye sahip. Şarkıları onlara Lokrili Eunomus, Lesboslu Arion, Anakreon ve Stesihorus’un yönettiği genç kız ve erkeklerden oluşan bir koro söylüyor; hatta Yunanlılarla yeniden barışan en son saydığımla da burada karşılaştım. Onlar şarkılara ara verdiğinde de kuğuların, kırlangıçların ve bülbüllerin korosu başlıyor. Onlar da sustuğunda bu sefer akşam yelinin üflediği ormanın ıslığı başlıyor. Fakat tüm bunların yanısıra sofra keyfini sağlayan esas şey ise, hemen sofranın yanıbaşında fışkıran şehvet ve gülme kaynaklarıdır. Herkes yemekten önce bunların birinden bir kadeh içmekte ve böylece bütün zaman gülerek neşeli kalmaktadırlar.

Şimdi de size orada ünlülerden kimleri gördüğümü anlatmalıyım. En başta Truva’nın önlerinde savaşan, bütün yarı tanrıları ve diğer kahramanları; bir tek Lokrili Ayaks hariç, çünkü anlatıldığına göre o, (Kassandra’ya karşı işlediği suçtan dolayı) cehennemde cezasını çekiyordu. Ayrıca Barbarlardan yaşlı ve genç Kiros’u, Skythli Anaharsis’i, Thrazili Zamolksis’i ve İtalyalı Cuma’yı; sonra Spartalı Likurgos’u, Atinalı Tellos’u ve Phokion’u ve diğer Yedi Bilgeyi, bir tek Periander hariç. Bunların dışında Nestor ve Palamedes’le koyu bir sohebete dalmış olan Sophroniskus’un oğlu Sokrates’i. Diğer filozoflar arasında yalnızca Platon orada değildi. Söylendiğine göre o, kendisinin tasarladığı bir cumhuriyette ve kendisinin çıkardığı yasalara uygun bir şekilde tek başına yaşıyormuş.

Burada en çok hükmü geçenler ise Aristipp, Epikur, bir kaç zeki  adam ve sofra muhabbeti sevilen diğer bazı dünyalılardı. Ayrıca Esop da aralarındaydı ve onların içinde ringa balığı salamurasını o yapıyordu. Ha bu arada Sinoplu Diojen de ilkelerini terk etmiş ve aynı zamanda bir fahişe olan Lais’le evlenmiş. Hatta sık sık sarhoş olup, dans etmeye başlıyormuş ve hatta bu arada uygunsuz davranışlarda da bulunuyormuş. Adada kadınlar ortaklaşadır; onların yüzünden erkekler arasında hiçbir kıskançlık vakası görülmüyor, çünkü ortalık iliğine kadar Platonikçilerle dolu.”

Görüldüğü gibi Lukianos sonu gelmeyen bir bilgelik şelalesidir. Onda tarih ve felsefe var, gezi ve serüven var, yenilik ve icad var, ama en önemlisi de insanın yüreğini ferahlatan ütopya var.

Son Önemli Bir Not

Lukianos’tan özetlediğimiz bu eserlerin daha geniş bir çevirisi ve ayrıca Eski Çağ’dan kalma diğer ilginç ve keyif verici ütopik fragmanlar, önümüzdeki dönemde Kaynak Yayınları’nın yayınlayacağı Ütopyalar Serisi içinde yer alacaktır. Seri bununla da sınırlı değildir. Belli başlı ütopyaların neredeyse tamamı, yani on altı eser, bu yılın sonuna kadar okurlara sunulacaktır. İlk dört kitap ise bu ayın ortalarında yayınlanmış olacak.

Dipnotlar:

1). Geschichte der Philosophie, VEB Deutscher Ver., Berlin 1960, S.145

2). Akşit Göktürk: Ada-İngiliz yazınında ada kavramı- YKY, İstanbul 1997, S.46

3). M. Riot-Sarcey, T. Bouchet, A. Picon: Ütopyalar Sözlüğü, Türkçe çeviri: Turhan Ilgaz, Sel Yay., İstanbul 2003, S.46

4). Erasmus: Deliliğe methiye, Mf.V. Yay., Latince Klasikler, Çeviren: Nusret Hızır, Ankara 1941, S. 4

5). Thomas Morus: Utopia- der utopische Staat içinde-Rowohlt Ver., Hamburg 1987

6). Wilhelm Vosskamp: Utopieforschung, SuhrkaLukianos ve Jules Verne.docmp Ver., Stuttgart 1985, S.153, 156

7). Diodorus Siculus: Yunan Edebiyat Kitaplığı Kitap II, Bölüm 54-60, Almanca, Hierseman Verlag, Stuttgart 1998

8). Diodorus Siculus, Geschichte der griechischen Literatur Kitap VI, S., 513-514

9). Lukian: Lucius oder Der magische Esel-Drei Sonderbare Geschichten, Aufbau Ver., Berlin 1979, S. 39

10). Thomas Paulsen: Geschichte der Griechischen Literatur, Reclam Ver., Stuttgart 2004, S. 401-409

11). Albrecht Dihle: Griechische Literaturgeschichte-von Homer bis zum Hellenismus, Verlag C.H. Beck, München 1998, S.283

12). Geschichte der Philosophie, VEB Deutscher Ver., Berlin 1960, S.147

13). Lukian: Lucius oder Der magische Esel-Drei Sonderbare Geschichten, Aufbau Ver., Berlin 1979, Giriş bölümü

14). Age. S. 31-32

15). A.g.e. S.33 vd.

16). A.g.e. S.40

17). Bu açıdan bakıldığında Lukianos’la Jules Verne’i kıyaslamak olanaklı bile değildir. Jule Verne döneminin hakim idieolojisinin bir esiridir. Avrupa’da yükeselen şovenizmden kuvvetle etkilenir ve 1871 Paris ayaklanmasında olduğu gibi devrimci çıkışlara da sırtını döner. Claus Ritter: Start nach Utoppolis-Eine Zukunfts-Nostalgie- Verlag der Nation, Berlin 1978, S. 19

18). Lukianos: Seçme Yazılar I, Hürriyet Yayınları Büyük Yunan Klasikleri dizisi 11, Çeviren: Nurullah Ataç, İstanbul 1976

19). Lukian: Lucius oder Der magische Esel-Drei Sonderbare Geschichten, Aufbau Ver., Berlin 1979, S. 31-81

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir