
Kaynak Yayınları, Atatürk’ün Bütün Eserleri‘nden sonra şimdi de kişiliği ve yazıları hakkında olduğu kadar fikri derinliği ve siyasi etkisi konusunda da yeterli bir bilgiye sahip olmadığımız Mahmut Esat Bozkurt’un Toplu Eserler’inin ilk cildini geçtiğimiz günlerde okurlara sundu. Türk Devrimi’nin yayınevi olmayı şiar edinen Kaynak Yayınları, daha önce, alanında özgün bir eser olan, Bozkurt’un Atatürk İhtilali‘ni de yayımlamıştı.
Yayınevi’nin bu eserle buluşmasının ardında güzel bir tesadüf vardı. Dostumuz ve ağabeyimiz Özdemir İnce ve eseri yayına hazırlayan Doç. Dr. Şaduman Halıcı, uzun süredir ellerinin altında beklemekte olan dört ciltlik eseri yayımlayacak “babayiğit” bir yayıncı arıyorlarmış. Şaduman Halıcı ülkemizde, Mahmut Esat konusunda uzman bir isim olarak bilinir. O, akademik çalışmaları kapsamında yıllarını tutkuyla Mahmut Esat’a ve yazılarına ayırmış bir akademisyenimizdir. Şaduman Hocamızın bu konudaki derin bilgisi ve çalışmalarını anlamak için onun Atatürk Araştırmaları Merkezi’nden çıkmış Yeni Türkiye Devleti’nin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt adlı eserini görmek yeterlidir.
Nitekim, Değerli Hocamızın yayımlama umuduyla elinin altında tuttuğu Mahmut Esat’ın toplu yazılarının, başında, Atatürk’ün Bütün Eserleri‘nin de hazırlanmasında yer alan Kurtuluş Güran’ın bulunduğu Kaynak Yayınları’nın deneyimli ekibiyle buluşması bugüne kısmetmiş. Değerli Özdemir İnce dostumuzun önerisi ve “çöpçatanlığı” sayesinde iki birikim buluşmuş, zorlu ama keyifli bir çabanın sonunda olağanüstü bir eser -ilk cildi- ortaya çıkmış oldu.
Son yıllarda sosyal medya olarak adlandırılan Facebook ve Twitter -ki bunlar aynı zamanda Tayyip Erdoğan’ın açıkladığına göre onun baş belalarıdır- aydınlarımız ve özellikle de gençlerimiz tarafından en çok kullanılan iletişim araçlarının başında gelmektedir. Her gün milyonlarca bilgi, fotoğraf ve haber, Facebook ve Twitter üzerinden yüz milyonlara ulaştırılmaktadır. Peki bunun Mahmut Esat’la ilgisi ne? Mahmut Esat Bozkurt, 600 sayfayı bulan Toplu Eserler’inin 1. cildinde, birbirinden farklı o kadar çok konuya temas etmektedir ki ve bugün bizim hayretle okuyacağımız o kadar çok bilgi, felsefi-siyasi-teorik tezler var ki, al bunları bugün içinde bulunduğumuz kriz döneminin sorunlarının çaresi olarak twittle! Mahmut Esat Bozkurt öylesine derin bir bilgiye sahip ki, onun tarih, devlet, siyaset, yargı, köylü, üretim, bölüşüm, toplum, sınıf, kent, kültür ve daha başka konulara ilişkin yazılarının birçok bölümü bugün içinde bulunduğumuz döneme denk gelen ve her yerde kullanılabilecek önemli saptamalar içermektedir.
Biz de bu incelemeyi yazarken her Facebook ve Twitter kullanıcısı gibi Mahmut Esat’ın önemli cümlelerinden birkaçını sosyal medya üzerinden paylaştık ve kitabın duyurusunu yaptık. Nitekim gördük ki, okurlarımız, yıllar önce yazılmış, ama etkisinden ve güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bilgilere ve veciz sözlere hasretmiş. İşte size bugün içinde bulunduğumuz dönemi esaslı bir şekilde tarif eden ve gündeme “cuk diye oturan” örnek bir cümle:
“Parti diktatörlüğünün en korkunç neticelerinden birisi de memlekette yozlaşmaya varacak kadar siyasi anlaşmazlıklara meydan vermesi, siyasi görüşleri imha etmesi ve nihayet memleketin buhranlı bir gününde çoğunluk fırkası iktidarı kaybedince kendini idare edebilecek yeni ve teşkilatlanmış bir fırkadan mahrum kalan vatanın düşmana teslim olmasıdır. Meşru, vatanperver ve makul muhalefete hiçbir hak tanımayan çoğunluk fırkaları, memleketi sonunda düşmana teslim ederler.” (s.279)
Mahmut Esat’ın Toplu Eserler’inin 1. cildi bunun gibi müthiş tespitlerle, teorik saptamalarla dolu. İlk cildi 600 sayfa olan bu eserin toplam dört cilt olması tasarlanmıştır. Diğer üç cilt de kısa bir süre içinde, arka arkaya yayımlanacaktır.
Mahmut Esat Bozkurt Kimdir?
Türk okur Mahmut Esat’ın, Büyük Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı, ilkelerinden ödün vermeyen, kararlı, başı dik ve bozulmayan devrimcilerin (Roberpierre, Saint-Just, Marat, Babeuf, Jaques Roux) kumaşından, yani jakoben geleneğinden olduğunu bilirdi. Ama şimdi onun, yılmaz ve tavizsiz devrimciliğinin yanı sıra, bilgi birikiminin ve üstlendiği görevlerle Cumhuriyet Devrimi’ne yaptığı katkılarının çapını da öğrenmektedir. Daha önceden yayımlanmış olan Atatürk İhtilali ise hem genel anlamda devrimler çağını hem de Cumhuriyet Devrimi’ni anlamak için mutlaka okunması gereken yapıtların başında gelir.
Henüz matbaa kokusundan arınmamış olan, okurların ilgisine sunulan bu eserden de görüleceği gibi, Mahmut Esat Bozkurt ülkemizde, 20. yüzyılın başlarında, bilimsel sosyalizmin -belki buna Marksizmin demek lazım- sınırlarını zorlayan aydınlarımız içinde en müstesna yeri alır. Onun makalelerini, o günün en çok gelişmiş ve birikimiyle göz kamaştıran yazarlarının makaleleriyle karşılaştırırsak, sahip olduğu birikimin ve üslubundaki akıcılığın ve insana konuyu kavratma becerisinin her daim galebe çaldığını görürüz. Hatta onun makaleleri, toplumsal analiz, tarih, devlet, sınıf, siyasal yönetim, adalet, köylülük ve güncel siyasete ilişkin başka çözümlemeleri, yazılarından tanıdığımız ve bildiğimiz komünist önderler Şefik Hüsnü’lerden, Ethem Nejat’lardan ve Mustafa Suphi’lerden de daha çeşitli ve daha derindir. Derginin ilerleyen sayfalarında tadımlık olarak sunulan pasajlardan da görüleceği gibi, o, yazılarında, komünist olduğunu açıktan belirtmiyor, ama çok keskin “komünist” saptamalarda bulunuyor, analiz ve çözümler sunuyor. Bir Sovyetler Birliği-Türkiye karşılaştırması yapma gereği duyduğunda da sadece iki ülke arasındaki toplumsal farka dikkat çekiyor. Her an komünistlikle suçlanma ve dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya olan, ince bir hatta ilerleyen, bıçak sırtında yürüyen bir aydının maharetle sosyalist çıkarsamalar yapması, çözümler sunması ve bildiği doğruyu eğip bükmeden ve dünya literatürüne başvurarak açıklıkla ifade etmesi ayrıca başka bir başarı örneğidir. Ama bu yönüyle de o, bir Kemalist’e yakışacak kadar gerçekçi bir siyaset adamıdır. Çünkü bu gerçekçi, dengeleri gözeten ve ne zaman ne diyeceğini bilen muhteşem yetenek o dönemde en çok Mustafa Kemal Atatürk’te vardır. Dolayısıyla bunu ancak Marx’ın tarih, devlet ve toplum analizi yaparken kullandığı diyalektik materyalist yöntemi kullanan biri yapabilir. Mahmut Esat Bozkurt’un teorik olarak beslendiği temel kaynaklardan biri de Alman siyasetbilimci Max Beer’in Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi (Kaynak Yayınları’ndan çıktı)adlı kitabıdır ki, o, bunu 1941 yılında Türkçeye çevirtmiştir.
İçinde Bulunduğu Siyasi Durum
Mahmut Esat Bozkurt’un Toplu Eserler’inin 1. cildi, onun 1909-1924 yılları arasındaki yazılarını kapsıyor. Bunlar çeşitli toplumsal ve siyasi konulara dair kaleme alınmış makale ve açıklamalardır. O henüz çok genç bir yaşta ve herkesin kalem oynatamayacağı bir alan olan iktisat alanında dört başı mamur yazılar kaleme alabilecek kadar derin bir bilgiye sahiptir. Üstelik bu yazılar öylesine beylik laflarla süslenmiş hamaset örnekleri de değildir. Bir yazıda birbirinden farklı toplumsal alanlara ait bilgilerin bütünleştirilmesi ve dünyada isim yapmış belli başlı teorisyenlerin eserlerinden alıntılarla desteklenmesi -ki bunlar felsefi derinliğin yanı sıra somut çözüm önerileri de sunan yazılardır-, ancak gerçek anlamda bir aydının altından kalkacağı bir iş olabilir. (s.43-45)
Yazma yöntemi ise herkese örnektir. Yazılar hem yalın bir dille yazılmıştır hem de derin analizler içermektedirler. Ayrıca üslubu hem akıcıdır hem de ajitasyon yüklüdür. En ağır konular bile bir romanda karşılaşacağımız akıcı bir dille kaleme alınmışlardır.
Mahmut Esat 1892 doğumludur, yani Cumhuriyet Devrimi’ni gerçekleştiren kuşağın en gençlerindendir. 1908 Jön Türk Devrimi onun siyasi bilincinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Devrimin ilk yılında kaydını Hukuk Fakültesi’ne yaptırır. Neredeyse öğrencilik yıllarından itibaren sürekli okur ve yazar. Bu nedenle de yazılarında alışık olunmayan bir kıvraklık göze çarpar. Uzun yıllar İsviçre’de hukuk eğitimi alması ve Cenevre Üniversite’sinde Türkiye’nin sömürgeleşmesinin bir ifadesi olan imtiyazlar konusunda doktora tezini sunması ve bunu Avrupalı hocalara kabul ettirmesi ona ayrıca dünyalı bir ufuk da kazandırır.
Yurtdışında yaşadığı dönemde Türkiye’nin milli davasını savunmak için olağanüstü bir çaba gösterir ve birçok gazete ve dergide korkusuzca Türk tezlerini dile getirir. Birinci Dünya Savaşı’nda yenik düşen Türkiye’nin işgal edilmesi üzerine de hızla yurda döner ve Ege bölgesindeki direnişçi çevrelerle irtibat kurar. Ardından da memleketi olan Kuşadası bölgesinde vatan savunmasının başına geçer.
Ankara’ya yerleştikten sonra da toplumcu görüşlerini açıklamaktan hiçbir zaman çekinmez. Hatta kimi zaman Atatürk’ü kızdıracak kadar da İttihatçı ve solcu kimliğine vurgu yapar. Onun bağımsızlıkçı ve antiemperyalist tutumu siyasi konjonktürden değil, fakat edindiği siyasi ve teorik birikimin bir sonucuydu. O herkesten önce halk ihtilalinin ve inkılabının ne anlama geldiğini derinlemesine kavrayanlardandı. Her yazısında, ihtilal ve inkılapların başarılı olabilmesinin, yoksulların, ezilenlerin ve emekçilerin ekonomik alandaki haklarının kazanılmasıyla mümkün olduğunu belirtir. Her inkılap halkın sömürülmesini ortadan kaldırdığı ölçüde başarılı olacaktır. Siyasi kurumlar ve yasalar tek başına ihtilalci olmaya yetmezler. Ona göre yeni Türkiye’nin istikameti halkçılıktır ve bunun gereği yerine getirilmek zorundadır. Yazıları bir bakıma işbaşına yeni gelmiş Cumhuriyetçi iktidarın eleştirisi olarak da okunabilir. Bunun derin izlerini sık sık görürüz.
Mahmut Esat’ın yazılarını kaleme aldığı 1909-1924 yılları, aynı zamanda Türkiye’nin kurtuluş yıllarıdır. Önce Jön Türk Devrimi’nin kısmi başarıları, ardından 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılması, Birinci Cihan Harbi, yenilgi, ardından gelen işgal, işgale karşı Anadolu direnişi, sıkıntılı Sakarya Meydan Savaşı günleri, iç isyanlar ve nihayet gericilik tehlikesinin savuşturulması, TBMM hükümetinin oluşumu, iç siyasi tartışmalar, işgalcilerin denize dökülmesi, barış görüşmeleri, yurtdışında kazanılan başarılar, Türkiye’nin yönetim ve siyasi yapısına ilişkin tartışmalar, Cumhuriyet’in ilanı ve modern Türkiye’nin izleyeceği hattın belirlenmesi… Eser, bir bakıma Mahmut Esat’ın teorik ve siyasi gelişiminin izdüşümünü takip etmek açısından da önemlidir.
Halkçılık ve Sınıf Mücadelesi Kavramı
Mahmut Esat açısından köylü sorunu ülkenin temel sorunlarının başında gelir. Sanki köylülük davası onun şahsi davası gibidir. Kuşadası’ndan olması nedeniyle de köylülerle iç içedir. Köylülerin yaşantısı onun yaşantısının bir parçasıdır. Bu bakımdan “Çiftlik Mektupları” huzur içinde yaşamayı arzulayan yoksul köylünün ütopyasını dile getirir. Her biri öykü tadında olan bu “mektuplar”, okura köylüyü, köylünün yaşantısını, huzurunu önemsetir ve sevdirir. (s.84)
O, halkçılığı, köylülüğün sömürüden ve yoksulluktan kurtulması, siyasi iktidar üzerinde söz sahibi olması ve aydınlarla birlikte devrime önderlik etmesi olarak anlamaktadır. Birçok yazısında bu görüşlerine yer verir ve Türkiye’nin halkçı programla ezilen bütün mazlum milletlere örnek olacağını da döne döne vurgular. Onun köylülük üzerine yaptığı analizler, Marx’ın işçi sınıfını analizi ya da Mao’nun Çin köylüleri üzerine yaptığı aydınlatıcı ve kavratıcı analizlere benzer. Bakışı keskin, tutumunda ısrarlı ve ikna edicidir.
O, okuruna, köylünün içinde bulunduğu durumu anlatabilmek için önce bir Osmanlı tarihi analizi sunar. Müthiş analizlerdir bunlar, tarihi sınıf mücadelesi ekseninde ele alan analizler… Bu eserde Bozkurt çok açık ifade eder: Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir; tarih, yoksulların ezildiği, sultanlarınsa sefa sürdükleri tarihtir. (s.109-110)
İşte size bir saptama: “Sınıf mücadelesi olan tarih daha uzun zamanlar aynı elim bahtını söylemekte devam eder gider. Milletler bu sonu gelmeyen macera içinde hazin talihlerini daha uzun asırlar hıçkırıklarıyla nesilden nesile nakletmeye mahkûm kalırlar.” (s.139)
Başta Kadro Hareketi’ne mensup aydınlarımız olmak üzere Cumhuriyet döneminin birçok aydınının sosyalizm, komünizm ve sınıf kavramı konusundaki görüşleri sıklıkla tartışma konusu olmaktadır. En basit ifadesiyle akademi ve siyaset dünyasında ve özellikle de Kemalist çevrelerde söz konusu aydınların komünizm ve sosyalizm karşıtı oldukları şeklinde bir görüş hâkimdir. Mahmut Esat, Yakup Kadri gibi aydınlarımızın sosyalizm karşıtı oldukları, onların Sovyetler Birliği’ne karşı tutum aldıkları şeklindeki görüşler temelsizdir ve doğru değildir.
Geçen yüzyılın başında, emperyalizme karşı mücadele eden ezilen milletlerin devrimcileri hem antiemperyalisttiler hem de sosyalizme yönelmek arzusundaydılar (s.163-164). Ancak onlar işçi sınıfının gelişmemiş olması nedeniyle ülkede sosyalizmi kuracak sınıfın bulunmadığını ve dolayısıyla da böyle bir projenin başarılı olamayacağını savundular ve toplum içinde feodal dayanışmanın güçlü olması ve nüfusun yüzde 90’ının köylü olması nedeniyle de halkçılık programıyla topyekûn sınıfsız bir topluma geçmenin hayalini kurdular. Onların bu görüşleri kısmen doğruydu kısmen de tarihsel gerçekle uyuşmuyordu. Aslında bu aydınların felsefi duruşları ve siyasi görüşleri 19. yüzyıl ütopik sosyalistlerinin bir benzeriydi. Onlar da bir anda belli zorunlu toplumsal aşamaları atlayarak sosyalizme yönelinebileceğini ya da sınıfsız topluma geçilebileceğini düşünmekteydiler. Ama tarih onları doğrulamadı. Nitekim Çin’in durumu bir bakıma bizim durumumuza benzemekteydi, ama Çinli devrimciler bizimkilerden farklı olarak bu durumu çok iyi kavramışlardı ve ezilen ülkelerde sosyalizm teorisinin farklı olması gerektiğini savunmuşlardı.
Cumhuriyet’in devrimci aydınları -ki bunların başında Mustafa Kemal, Mahmut Esat Bozkurt, Yakup Kadri, Şevket Süreyya ve diğer bazı solcu ve Kadrocu aydınlar gelir- Avrupa devrimlerinden önemli bir ders çıkarma taraftarıdırlar. Onlara göre ne 1789’daki Büyük Fransız Devrimi ne de ondan önceki ve sonraki Avrupa ve Amerikan devrimleri halkın ve yoksulların eşitlik ve mutluluk özlemlerini yerine getirebilmişlerdir. Devrimlerin hemen ardından iktidara gelen burjuvazi halkı sömürmeye ve ezmeye devam ederek yeni bir sınıf diktatörlüğü inşa etmiştir. Ama Türk devrimi bu yolda ilerlememelidir. Yanı başımızda meydana gelen Sovyet Devrimi ise önemli ölçüde işçi sınıfına sahip bir ülkede gerçekleşmiştir ki, bunu bire bir Türkiye’ye aktarmak gerçekçi değildir. Türkiye’nin önünde sınıfların olmadığı, herkesin ve özellikle de emekçilerin özgür, eşit ve kardeşçe yaşadığı bir toplumsal düzeni kurma fırsatı vardır. Türkiye bunu gerçekleştirebilirse bütün mazlum milletlere örnek olacaktır. Atılacak siyasi ve ekonomik adımlar bir bakıma Türkiye’nin de kaderini belirleyecektir. Mahmut Esat’a göre Türkiye bir “Halk Cumhuriyeti” olmalıdır. (s.364)
Bu nedenle Mahmut Esat Bozkurt köylülerin, emekçilerin ve yoksulların haklarını güvence altına almayı siyasi çalışmasının esası haline getirmişti. Ona göre köylülerin ve emekçilerin siyasi yönetimde etkin olması Türkiye’nin kaderini belirleyecektir. Aksi durumda Türkiye yenileşmeyecek, fakat yeniden eski karanlık dönemin bir parçası haline gelecektir. Bu amaçla o, sendikaların (loncaların) kurulmasını, köylü kooperatiflerinin oluşmasını, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesini savunuyor ve iktisadi kararlara emekçilerin görüş ve önerilerini katmaya çok önem veriyordu.
Mahmut Esat’ın iktisat teorisi ne yüzeyseldir ne de aktarmacı. Onun görüşleri materyalist-devrimci iktisatçıların tarih felsefesine dayanır ve ona göre tarih ve siyaset ekonomik çıkarlar üzerinde şekillenir. Bunun üzerinden atlayan her teori emekçileri aldatmaya ve sınıf tahakkümünü inşa etmeye dayanır. (s.46)
Ona göre her siyasi kararın altında iktisadi bir neden yatar. Siyaset; üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenlemektir. Mahmut Esat, şaşırtıcı bir şekilde “üretim ve bölüşüm ilişkileri”nin önemine vurgu yapar. Bu, o dönemin aydınlarında tanık olmadığımız derin ve keskin bir siyasi bilinci de yansıtır. O günlerde ve hatta bugün bile her renkten burjuva aydını, toplumsal hayatta üretimin önemine vurgu yapar, ama onlar ne bölüşüm ilişkilerinin farkındadır ne de ona temas ederler. Mahmut Esat ise siyasette bölüşüm ilişkilerini esas almayı öneren ender aydınlardan biridir. (s.118-119)
İhtilal ve Devletin Niteliği Üzerine
Toplumların zorunlu olarak ihtilal ve inkılaplarla dönüşüme uğradıklarını belirten Mahmut Esat yeni Türkiye’nin de kendisine yeni bir devlet ve onunla birlikte yeni kurumlar yaratması gerektiğinin altını çizer. Devlet konusundaki görüşleri Marx’ın bu konudaki fikirlerinin derin izlerini taşır. “Bize göre devlet ve hükümet hukuki bir zaruret değildir. … Devlet, tarihi bir hadisedir. … İlim, [ileride] devlet ve millet meselesini halledecek, tarihi mümkün olduğu kadar bir sınıflar mücadelesi halinden kurtaracak olan çözüm yollarını bulabilecektir.” (s.189)
O henüz 1920’de Cumhuriyet Devrimlerinin nasıl olması gerektiği konusunda yollar ve çözümler önererek öncü roller üstlenir. Birçok konuda ondan daha radikali yoktur, ama o kesinlikle bir hayalci değildir. Kayıtsız şartsız halk egemenliğini savunur, kuvvetler ayrılığına karşı çıkar, eğitim, yargı, kültür ve yaşam konusunda devrimci yenilikler önerir.
Ona göre yenilikler devrimci kurum ve kadrolarla başarılır. Sadece isim değişikleriyle yetinenleri kıyasıya eleştirir ve devrimlerin bir ruh meselesi olduğu belirtir. “Halkın ‘genel iktisadiyatı’ devletin ve onun siyasetinin hareket noktası olmadıkça hangi hukuki şekilde olursa olsun böyle bir devletin vaziyeti de camia veya halk idaresi olmaktan uzak kalır. Tekrar etmek istiyoruz. Halk iktisadiyatını genel siyasetine şiar edinmeyen bir devlet ‘halk hükümeti’ olabilir, daha ileri gider ‘sosyalist’ olur, hatta ‘iştirakiyun’ (communiste) da olabilir. Fakat daima adıyla sanı arasında bir münasebet bulunamaz.” (s.152)
Mahmut Esat’ın kalemi keskindir ve bu nedenle de sık sık iktidarda bulunan Halk Fırkası’na da eleştiri oklarını yöneltir. O, partisinin sol kanadını temsil eder. Hatta eleştirisinde öyle ileri gider ki, reisicumhurun yetkilerinin halk egemenliğini geçersiz kılacağı gerekçesiyle İsmet Paşa’nın ve Yunus Nadi’nin hazırladığı bir kanun teklifine birkaç arkadaşıyla birlikte kararlı bir şekilde karşı çıkar. Mustafa Kemal’in bile desteklediği bu kanun tasarısının ileriki dönemlerde gericiler tarafından kullanılarak halk egemenliğinin ortadan kaldırılabileceğini söyler. Tartışmanın büyümesi ve sorunun Halk Fırkası saflarında bir çatlağa yol açması nedeniyle Mustafa Kemal onu ve arkadaşlarını ikna etmek için Çankaya’ya davet eder. Ama onlar değil, fakat Mustafa Kemal ikna olmuştur! Yasa tasarısı ezici bir çoğunluk tarafından reddedilir. Ama bunun bir bedeli vardır. Gelin görün ki, artık yazılarını Yunus Nadi’nin başyazarı olduğu Yeni Gün’de yayımlatamaz. “Yeni bir teşkilata, halk idaresine, bunu tutacak esaslara bir an evvel sahip olmalıyız. Yoksa inkılabımız zayıf düşer, onu ikinci bir gericilik ihtilali takip eder.” (s.124) Bugün içinde bulunduğumuz dönemi anlatmıyor mu?
Emperyalizm Olgusu
Mahmut Esat Türkiye’de emperyalizm olgusunu en düzgün şekilde kavrayan aydınlarımızın başında gelir. O, meseleyi bir Müslüman-Hıristiyan ya da Türk ve düşman kavramı içinde değerlendirmez. Türkiye’nin Batı ile olan ilişkisini ezilen bir ülkeyle emperyalizm arasındaki eşitsiz bir ilişki olarak ele alır. Bu ilişkinin ekonomik ve siyasi analizini doğru bir felsefi yaklaşımla yapar.
20. yüzyılın başlarından itibaren çehresi adım adım ortaya çıkan emperyalizm olgusu, doğal olarak, en fazla, ezilen ülkelerin devrimci milliyetçileri tarafından fark edilmişti. Bu, hem Balkanlar’da ve Türkiye’de hem de İran, Hindistan ve Çin’de böyleydi. Buna rağmen birçok ezilen ülke sosyalisti bu gerçeği bütün yönleriyle kavrayamamıştı. Çünkü onun zihni Batı merkezli sosyalizm teorisiyle bulanmıştı. Emperyalist tahakküm, ekonomik, siyasi ve kültürel yıkımıyla ilkönce milliyetçiler tarafından saptanmıştı. “Denebilir ki, bürokratik idare [Osmanlı idaresi], Avrupa sermayesini himaye eden bir kuvvettir. Bu itibarla ondan belki biraz daha korkunçtur. … Bugün silah başındaki köylü Batı sermayesine karşı kızıl bayrağını (abç) açmıştır. Ümit olunur ki, memleketimizi bir sağmal inek derecesine indiren Avrupa sermayesinin mağlubiyeti, bizde bürokratik idareye bir nihayet verir.” (s.111/112)
Tarihte yeni teoriler her zaman göreceli olarak geri olan sınıflar ve onların aydınları tarafından geliştirilmektedir. Aristokrasiye göre burjuvalar geriydi, burjuvalara göre işçiler geridir; emperyalist Batı’ya karşı da ezilen ülke milliyetçileri geridir. Mahmut Esat ülkemizde bu gelişmeyi en erken gören aydınların başında gelir.
Bunun yanı sıra o, Sovyetlerle dostluğu öne çıkaran, komşuluk ilişkilerinin ötesinde emperyalizme karşı ortak tavır almanın zorunluluğuna, karşılıklı güven ve her alanda geliştirilmesi gereken ilişkiye de cesaretle o sahip çıkar. (s.473-476)
Yasa ve Yargı Reformlarındaki Rolü
Mahmut Esat sonradan, yeni Türkiye’nin efsane adalet bakanı olacaktır, ama o daha baştan itibaren bu alanda TBMM çatısı altında büyük bir kavga verecektir. Bu konuda o, aydınlatıcı yazılar yazmanın yanı sıra sık sık Meclis’te söz alarak irticanın ve gericiliğin belinin kırılması için hızla adli reformların yapılmasını da savunur. Önerdiği akılcı reformları kabul ettirmek için dünyadan örnekler verir, teorik açıklamalarda bulunur ve devrimci iktidarın hızla adımlar atarak halka güven vermesini ve onların desteğini almasını söyler. Ona göre halkçılık olan demokrasi ancak her alanda halkı gözeten reformlarla temellendirilebilir.
Denebilir ki, TBMM saflarında en çok tartışılan konuların başında genel oy hakkı gelir. Mahmut Esat bu konuda da halkçı tutum alır ve oportünizme kapılmaz. Köy ve Nahiye Kanunları’yla halkın genel siyasete katılımını teşvik eden tedbirler önerir. Onun amacı halkı siyasete alıştırmak ve sonra da kararlara etkin bir şekilde katılımını güvence altına almaktır. Kadınların genel oy hakkını savunan da yine Mahmut Esat’tır. (s.279)
Günümüzde Mahmut Esat’ın gericiler tarafından saldırıya uğraması hiç de tesadüf değildir. Onun birçok teorik saptaması çağdaşlarına göre çok çok ileridir, ancak onun zaman zaman Hıristiyanlar, Rumlar, Ermeniler ve diğer etnik kökenden gelen topluluklar için kullandığı ifadeler genellemeci olması nedeniyle ağır ifadelerdir. Bu ifadelerin bir kısmı emperyalizme karşı savaşan yoksul, ezilen ve horlanan bir halkın ulus bilincini yükseltmek için yapılan vurgulardır ki, bunlar, o günün koşullarında olağan şeylerdi. Ayrıca o gün, ateş ve ihanetin gölgesinde yapılmış bu konuşmalar ve kullanılan ifadeler de o günün haleti ruhiyesi bağlamında okunmalıdır. Ama yine de kullandığı bazı ifadeler bugün olduğu gibi o gün açısından da maksadını aşmış ifadeler olarak değerlendirilmelidir. Bir iki ufak tefek talihsiz açıklamadan hareketle Mahmut Esat Bozkurt’un hedef tahtasına oturtulması günümüzdeki karşıdevrimci saldırının bilinçli bir faaliyetidir.
Hiçbir şey Mahmut Esat Bozkurt’un tarihsel büyüklüğünü yok edemez. Onun teorik ve siyasi alanda yürüttüğü öncü ve devrimci mücadelesi bugün de hepimize örnektir.
KİTAPTAN BÖLÜMLER
İKTİSAT TEORİSİ
İhtiyaç, arzu edilen veya kendisine lüzum olan bir şeyin yokluğudur ki, o şeyin elde edilip de izale edilmesine, yani alınıp giderilmesine ihtiyaç tabir olunur.
İhtiyaç, belli bir şeyin varlığıyla belirir, yani belli bir şey olmadıkça ihtiyaç da olamaz.
Dolayısıyla insan ihtiyaçları, bütün iktisadi faaliyetin hareket ettiricisi olduğu gibi iktisat ilminin de başlangıcıdır denilebilir. Her mahluk ihtiyacın tesiri altında bulunup, genişlemek ve gelişebilmek için dış âlemden yardıma mazhar olmaya ve bu âlemin bazı unsurlarını kendi varlığına dönüştürmeye muhtaçtır, aralarındaki fark ise yalnız alma biçimlerinden ibarettir. İnsanın büyüdükçe, olgunlaştıkça ihtiyaçları da o oranda artar. Her ihtiyaç, yaşayan her mahlukta bir arzu ve dolayısıyla dışarıdaki eşyayı tedarik için bir emek icap ettirir. Zira bu eşyayı edinmek kendisi için hazzına, edinmemek ise elemine sebep olur.
Bununla beraber insan ihtiyacının muhtelif safhaları mevcut bulunması dolayısıyla bu safhaların her birinden bir kanun çıkarılabilir.
1- İnsan ihtiyaçları adeden sınırsızdır.
Medeniyet ilerledikçe insan ihtiyaçları da o oranda artar. Esasen medeniyet, ihtiyaçların artmasından başka bir şey değildir. Eski zaman âlimlerinin kanaati ihtiyaçların azaltılmasına yönelikti, lakin bu bir iktisadi mesele olmaktan ziyade ahlak ilmiyle alakalıdır.
Hakikaten her yeni ihtiyaç insanlar arasında yeni bir bağ daha teşkil eder. Zira bu ihtiyacı karşılamak için her halde hemcinsimizin yardımına muhtaç olduğumuzdan, bu hal aramızdaki bağın takviyesine bir garanti oluşturur. Dolayısıyla ihtiyacı olmayan bir ferdin cemiyete de lüzumu yoktur.
Ameleye gelince: “Bunların ihtiyaçlarının genişlediğini görmekle üzülmemiz mi yoksa memnun mu olmamız lazım gelir?” denildiği zaman burada hatıra gelecek bir soru vardır, fakat biz de o soruya cevaben diyebiliriz ki, üzülmemiz değil, belki memnun olmamız icap eder. Çünkü amelenin ihtiyaçları artmayacak olursa, amele sonsuza kadar esaret altında bulunacaktır.
2- İhtiyaçlar miktar bakımından sınırlıdır.
İktisat ilminin en mühim kanunlarından birini işgal eden kanun da budur. Zira kıymetin son teorisi bunun üzerine kuruludur. İhtiyaçların miktar bakımından sınırlı olması demek, herhangi bir ihtiyacı karşılamak için o şeyin belirli bir miktarı kâfidir.
3- İhtiyaçlar arasında rekabet mevcuttur.
Yani çoğunlukla bir ihtiyaç genişledikçe diğer ihtiyacı azaltır ve ortadan kaldırır. Dolayısıyla insan ihtiyaçlarından biri diğerinin yerini tutmaya eğilimlidir ve bir ihtiyacın yerine diğer bir ihtiyaç geçirilebilir.
Bazen de maddi bir ihtiyaç yerine fikri ve manevi bir ihtiyaç da konulabilir. Bazen de maddi bir ihtiyaç yerine ahlaki ihtiyaç konulabilir.
4- İhtiyaçlar birbirinin tamamlayıcısıdır.
Demek, ihtiyaçların birkaçı bir yerde karşılanabilir.
5- İhtiyaçlar âdet yerine geçmeye eğilimlidir.
Yani suni ihtiyaçlar bile bir defa karşılandıktan sonra belli zamanlarda tekrar ortaya çıkmaya başlar ve alışkanlık haline girerek “ikinci bir tabiat” hükmünü alır. Ücret bakımından ise bu kanun özel bir öneme sahiptir. Bugün alıştığımız ihtiyaç seviyesi kolay kolay aşağı inemez.
Bir zamanlar amele çamaşır, ayakkabı giymezler, kahve, tütün içmezler, et ve has ekmek yemezlerdi. Lakin bugün yaşamaya mecbur olan amele bunları yapmayacak olurlarsa az bir zaman zarfında mahv ve yok olacakları şüphesizdir zannederim.
ANADOLU KÖYLÜSÜ ÜZERİNE
Gustave Le Bon Arap Medeniyeti [La Civilisation des Arabes] adındaki nefis kitabında “Anadolu köylüleri dünyanın en cesur, en çalışkan, en doğru, fakat en kara bahtlı insanlarıdır” der.
Gözyaşları dinmeyen memleketimizi çağdaşlaştırmak gibi ihtiyaçlardan ilham alarak Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmesiyle uğraşıldığı bu inkılap günlerinde, yedi asrı bütün velveleleriyle taşıyan tarihimizin omuzlarına dayandığı bir tabakayı, Anadolu köylülerini tahlil ve manalarını tespit etmeyi faydalı buluyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu gibi, şüphesiz, dünyanın en büyük bir saltanatına hücre teşkil eden Anadolu köylüsünün tahlili kocaman bir esere sermaye olabilecek bir incelemedir. Tarihçe, iktisatça, toplumbilimce pek büyük ehemmiyeti olan bu tahlilin biz burada ancak bir taslağını, ana hatlarını çizmeye çalışacağız. Anadolu köylüleri, tarihin verilerine dayanarak denilebilir ki yaşamak kabiliyetini en ziyade göstermiş olan bir unsurdur. Köylümüzün bu kabiliyetini yalnız kılıç kudretiyle gösterdiğini zannedenler, onu, tarihinde, toplumbiliminde, iktisadiyatında hissedemeyen yabancılardır. Yükselme devirlerimizi yalnız kılıca dayandıran Batılı yazarların çoğu, teessüf olunur ki, bizi anlayamamışlar, okuyucularına tanıtamamışlardır.
Dini, tarihi ve toplumsal saikler altında bizde köylü, Batı’daki derebeylik idaresi zihniyetinden masun kalmış, kanun ve teşkilat her zaman halkı himaye umdelerine dayanmış, halkın menfaati devlet zihniyetinin esasını teşkil eylemiştir. Kanun ve devlet önünde bu vaziyette beliren köylü, tecrübe ve tatbikatta tamamen bu şekilde tecelli edememiştir. Hükümetin arkası gelmeyen harpleri, imparatorluğumuzu teşkil eden muhtelif ırklara mensup unsurlar hakkında devletin o vakitki teşkilat ve müesseseleri icabınca köklü ve milli bir siyaset takip olunamaması, dahili bağımsızlıkların memleketi çalkalaması, Anadolu köylüsüne bir an için ocağında nefes aldırmamıştır.
Devletimizin kuruluş tarihinden bugüne kadar seferber yaşayan Anadolulu köylü, işten nasırlanmış mübarek elleriyle kılıç üstünde tuttuğu Osmanlı-Türk İmparatorluğu tacının ışıkları altında yükselen büyük medeniyetin hamisine yaraşacak bir surette istifade etmekten pek uzak kalmıştır. Yedi asırdan beri devam edip giden seferberliğin içinde, zaman zaman çapullara, yağmalara uğramak, işi başında bulunamamak, devletin çöküş devirlerinde müzayedeyle eyalet alan valilerin salgınlarına tahammül etmek, ocağını, malını, canını, halkçılık şuurundan azade bir sarayın, idealsiz zorbaların keyif ve arzularına hazır bulundurmak Anadolu köylüsünün iktisadi vaziyetinin ifadesidir.
Yedinci asrını yaşayan asker saltanatımızın mimar ve sahibi olan Anadolu köylüsü, yazıktır ki, kurduğu devletin feyizli meyvelerinin kabuklarını önüne atan asalak bir tabakanın hesabına devamlı çalıştırılmış, ufacık bir şükranına müstahak olamadığı bu nankör tabakanın işlediği bütün günahları kanıyla ödemiştir. Tanzimat bu derin ve milli yarayı Batı ruhuyla ve kapitalist hissiyle göremezdi ve öyle oldu. Yara kanıyor…
Devletimizin çöküş devrini, Anadolu köylüsünün, saray ve bir kısım zorba hesabına çalışmaya başladığı tarihten başlatmak, ilme daha uygun düşer sanırız. Osmanlı Devleti’nin ezici kuvvetinden ve haşmetinden, Tanzimat’ın debdebesinden, Meşrutiyet’in vaatlerinden Anadolu köylüleri iktisatça bir şey anlamamışlardır. Açlık ve sefalet devam etmektedir. Bu ülkede her şeyin sahibi olan ve her şeyi yapan onlar, her şeyden mahrum kalmışlar, yürek parçalayan sefaletler içinde bunalmışlardır.
Halkın ve Anadolu köylüsünün vaziyeti köklü bir dönüşüme maruz kalmadığındandır ki, çöküşü durdurmak nasip olamamış, memleket her gün parça parça kopmuştur. Tecrübelerden elde edilen neticeye göre, tarihte Osmanlı camiasını üç sınıf teşkil etmiştir:
1- Saray,
2- Taşra zorbaları ve bunlara tabi olanlar (sarayın uzantısı),
3- Üreticiler ve köylüler.
Osmanlı tarihinde saray, hükümeti temsil etti. Çöküş devrinde tamamen denebilecek derecede bunun yabancı ellere geçmesidir ki, memleketi yabancılar hesabına çalışan bir nevi malikâne vaziyetine soktu. Görülüyor ki bizde saray “Karl Marx” fabrikasının patronu, köylüler ve üreticiler ise bunun işçileri, vatan belli bir tabakanın menfaatine çalışan bir fabrika! Taşradaki zorbalar, müzayedeyle eyalet alan valiler ve bunlara tabi olanlar keselerini doldurmak, sarayı beslemekle mükellef olduklarından, bütün vergiler, daha açık bir tabirle şuursuz bir hükümetin bütün ağırlıkları, köylü ve üreticiler tabakasının omuzlarına çöktü, bu zavallılar devletin Teşkilatı Esasiye’si icabınca sözde hür ve serbest esirler idi!..
Almanyalı filozof Karl Marx, baskının ameleyi ihtilale sevk ve teşvik edici bir etken olacağını kabul etmemişti. Bilakis bunun miskinlik yaratıcı bir sebep olabileceğini söylemişti. Bizim memleketimizin köylüleri bu iddianın en güzel, en canlı misalidir. Hakikaten fizik kaidelerince patlamayla neticelenen baskı, sosyolojide aynı neticeleri vermeyebilir; sosyoloji, fizik değildir. Yedi asırdan beri hakkı çiğnenen ve başkalarının menfaatlerine çalıştırılan, ezilen Anadolu köylüsü gittikçe dirileceği, isyan edeceği yerde, gittikçe kösülmüş, sünmüştür. Dolayısıyla 600 yılı aşkın bir zamandan beri devam edip gelen iktisadi baskının uzayıp gitmesi Anadolu köylüsünün maksadına bir an evvel ulaşması için arzu edilir bir vasıta değildir.
Karl Marx Almanya’da komünizm davasının mutlaka ihtilalle başarılacağı kanaatindeydi. Bizde köylünün ihtilalle devirmek mecburiyetinde kalacağı iki kuvvet vardır:
1- Bürokratik idare,
2- Avrupa sermayesi.
Denebilir ki, bürokratik idare, Avrupa sermayesini himaye eden bir kuvvettir. Bu itibarla ondan belki biraz daha korkunçtur. Bu iki kuvvetin adım adım kaldırılması imkânı yok gibidir. Her halde idarede kati bir değişime ihtiyaç vardır. Bugün silah başındaki köylü Batı sermayesine karşı kızıl bayrağını açmıştır. Ümit olunur ki, memleketimizi bir sağmal inek derecesine indiren Avrupa sermayesinin mağlubiyeti, bizde bürokratik idareye bir nihayet verir. Anadolu köylülerinin vaziyeti Avrupa işçilerinin vaziyetinden daha çok tehlikelidir. Avrupa’da yalnız yerli patrondan şikâyet eden işçi, Türkiye’de yabancı sermayenin ve bunun yerli komisyoncularının, bürokratik idarenin esiri ve âcizidir.
Türkiye’de köylü meselesi, yeni bir tabirle Türkiye Marksizmi bilinen Marksizm gibi yalnız bir yüzlü değildir. Malum olduğu üzere Karl Marx ameleyi ve fabrika patronunu tahlil ederken arada düşmanlığı icap ettiren sebebin -gariptir ki- iktisadi olmaktan ziyade hissi olduğunu haber vermişti. Hakikaten Avrupa’da ilk fabrikanın faaliyete başladığı bir zamanda iktisadi sebepler altında bunu yıkan amele, daha sonra yevmiyesi yükseldiği ve birçok toplumsal teminat teşkilatıyla himaye gördüğü halde patrona karşı mücadeleden bir an geri kalmamış ve bu yolda grevler yaparak günlerce gündelik almamaya katlanmıştır! Bizde Marksizmi lüzumlu kılan sebepler arasında en başta iktisadi etkenleri görmek zaruridir ve bu itibarladır ki bizim köylü ihtilali, köylü diktatörlüğü daha kati sebeplere dayanmaktadır. Bir tek cümleyle bizde ihtilali yapacak olan sebep açlık ve sefalettir. İkinci derecede vatan meselesidir. Sermayedarların yabancı olması, Anadolu köylüsünü, Türkiyeli işçileri vatansız kalmak tehlikesine de maruz bırakmıştır. Yani vatanın bütün mukaddesatının giderek yabancı malikânesi haline dönüşmesi halihazırdaki vaziyet karşısında uzak değildir.
Vatan ve mukaddesat insanların benlikleridir ki, ne olurlarsa olsunlar ondan geçemezler.
Görülüyor ki, fabrika hayatında patron ve amele meselesi hissi olduğu halde, bizde köylü meselesi, hissi, iktisadi, toplumsal, siyasidir.
Bugün köylünün sırtından geçinen, köylüyü soyan muhtelif sınıfları belli başlı iki noktada toplayabiliriz:
1- Avrupa sermayesi ve memleketimizdeki yerli komisyoncuları,
2- Bürokratik idare.
İktisadiyatta bürokratik idare bu ülkenin olmaktan ziyade Batı’nın sermayesini himaye eden bir bekçidir. Her ikisinin hedefi, Anadolu köylüsünün kurtuluşudur.
MİLLET VE EMPERYALİZM OLGUSU
İnsanlığa musallat olan büyük imparatorlukların, nihayetsiz istilacılıkların önüne dikilen bu teoriye, emperyalizme kâfi derecede mâni olabilmesi için, bir de halkın “rıza ve muvafakati” kaydını ilave ederek onu kayda bağlamak ve tamamlamak isteriz. Bize göre sosyalist ve hatta komünist esaslarını kabul etmiş camialar bile olsa, ancak bu milliyet sistemiyledir ki meşru ve salim vaziyetlerini alabilirler. Zira halkın rıza ve muvafakatini elde etmeksizin cebren ve kerhen muhtelif milletlerin bünyeleri üzerinde kurulan herhangi bir devlet nasıl bir idare sistemi kabul ederse etsin emperyalist ve sömürgeci olmaktan kurtulamaz. Anlayışımıza göre bir devletin en meşru vaziyet, bir devletin kuvvetli temeller üzerine oturtulabilmesi için lazım olan büyük şartlardan birisi onun tek bir milletten meydana gelen bir kitle halinde veyahut rıza ve müşterek menfaatleriyle birleşmiş kitleler halinde tecelli etmesidir. Ancak böyle bir camiadadır ki iktisat, siyaset, kültür ve ideal bakımından birlik ve dayanışma bağları pek sıkı olur. Millet, pek çok tarihi sebepler altında birbirine tıpkı bir vücudun uzuvları gibi bağlı bir bütündür. Hilkat, o parçaları pek uzun süren toplumsal inkılaplar neticesinde, dil, kültür, maddi ve manevi müşterek menfaatler ve bağlarla birbirine eklemiş, ondan bir vücut yaratmıştır. Bugün bu varlığın adına millet diyoruz.
Çağın anlayışlarına göre emperyalist ve kapitalist bir mevcudiyet arz etmemek şartıyla şüphe yok ki salt hukuk görüşüyle dahi siyasi teşekkülün en makbulüdür. Ve bu teşekkül zaruridir. Rıza ve muvafakat hali müstesna olmak üzere, aksi bir devlet teşkili, çağdaş hukukun manasına göre de bir tahakkümdür. Fakat bilemem, belki, iktisadiyatın, iktisadi münasebetlerin devamlı ve artan gelişmesi, bir gün insanlığı tek bir birlik haline getirebilir. Ve bu elemli yeryüzümüz bütün insanlığın müşterek bir vatanı olabilir; fakat belki de iktisadiyatın bugünkü gidişi gerileyebilir. Bunlar geleceğin bileceği ve göreceği şeylerdir. Bize göre, ilmin bugünkü şartlar dahilinde en ziyade tavsiye ettiği devlet sistemleri ancak böyle tam bir milliyet içindedir ki en haklı tatbik zeminini bulabilirler. Ve insanlığı rivayet edilen, istenen gayesine ulaştırabilirler. Sağlam ve hakikat olan hal budur. Yoksa milliyet denilen tarihi ve toplumsal hadiseyi ihmal ederek insanlığın birliğini bir anda dilemek, idealistler için serap ardında koşmak olur ve düşerler. Hırslılar için de insaniyet idealini alet ederek emperyalizmin en korkuncuna varabilmelerine bir vasıta teşkil eder…
Osmanlı İmparatorluğu her şeyden evvel bir din devleti olarak tanındığı halde, Umumi Harp’in sonunda Türk olmayan dindaş kitleleri bile kendisinden parça parça ayrılmış gördü. Elde yalnız Anadolu’daki Türk birliği kaldı. Bir kere daha hakikat hayal ile çarpıştı. Din ancak manevi sahada bir birlik temin edebiliyor, kalplerde bir sevgi yaratıyor, bir dayanışma, bir his diriltebiliyor; yoksa yalnız başına bir etken olarak siyasi birlik için kâfi gelmiyor. Çünkü kefenin öbür yanında duran milliyet ve bunu yapan kültürel, iktisadi, fikri, tarihi müşterek menfaatler maddi sahada daha ağır basıyor. Şüphe yok ki din tarihteki siyasi hareketlerde büyük bir rol yaptı. Yalnız bu geçici oldu. İslam ve Hıristiyan dünyaları yine aynı din içinde, fakat milliyetlerinin zaruretlerine göre muhtelif devletler halinde göründüler ve görünüyorlar. Zira milliyet meselesi bilhassa çağımızın iktisadi sistemlerinin tesiri altında yürüyor. Ve hatta onun ifadesidir. Şüphesiz bir millet aynı dinin mensubu olursa elbette daha çok kuvvetli olur. Tarihin tecrübeleri gösterdi ki, imparatorluğumuzun kuruluşundan hilafetin intikaline kadar yapılan ve çağımız ilminin manasına da uyan en büyük iş, Anadolu ve Rumeli içinde olsun vücuda getirilen Batı Türklüğünün birliğidir. Bugün Anadolu’da aziz bir harabe içinde kalan ve bütün bir tarihlerinde nasipleri başkalarının hesabına çalışmak, yas tutmak olan Batı Türkleri imparatorluk yıkılınca ellerinde yalnız bu birliği buldular. Bu birlik Küçük Asya’yı gerek tarihi hukukça ve gerek çoğunluk hukukunca bir anavatan yaptı. Şüphesiz halkın bir dine mensup olması da buna yarı bir sağlamlık bahşetti. Ve bugün elimizde de işte o kaldı. Yine bu yolda yürüyeceğiz. Zira bu yönün ehemmiyeti her günden fazla kendisini gösteriyor. Biz ne emperyalist ne de kapitalistiz; Türkiye Halk Devleti’yiz. İlmin manası dahilinde bugüne göre varlığımızı geliştirmek ve ilerletmek isteriz. Nasıl ve ne suretle? Bunun cevabını tahlillerimizi tamamladıktan sonra vereceğiz.
MARKSİZM ÜZERİNE
Hakikaten meşhur sosyalist Jaurès insanların geçirdikleri ve geçirecekleri iktisadi devirleri vahşet, esaret, işçilik, kolektivizm, komünizm olmak üzere beşe ayırdığı halde, Ruslar kolektivist olmadan komünistliği ilan ettiler.
Bizim vaziyetimizi tayine gelince, düşünceme göre biz ihtilal içinde ve inkılap kapısının eşiğinde bulunuyoruz. Birincisini zafer tacıyla süslemek ve bu kıyafetle bize hayat vaat eden kapıdan içeri girmek istiyoruz ve buna mecburuz. Çünkü ortada dönen, varlık ve yokluğumuz meselesidir. Şu mantık icabınca merkezle alakayı kesmek imkânı göremiyorum. İhtilali zafer gününe kadar yaşatmakla mükellefiz. Bu, doğrudan doğruya ihtilalin manasında mevcuttur. İhtilal yaşıyorsa ordu hayatı da baki ve dolayısıyla merkez de mevcuttur. Ruslar bu yönü tamamıyla kavramışlardır.
İdare makineleri ile programın şekil ve mahiyeti ne olmalıdır?
Mühim ve ehemmiyeti oranında mesuliyeti büyük bir mesele önündeyiz.
Şu mantık icabınca idare makinelerimizin iki yönü olmalı:
1) Merkezi hükümet,
2) Mahalli hükümet.
Birincisi: Temsilcisi marifetiyle sancak, kaza ve nahiyede merkezi hükümeti temsil etmeli.
İkincisi: Halka ait olanıdır ki, bütün teşebbüslerin makinesidir, merciidir. Kayıtsız ve şartsız halka verilmeli ve teslim edilmelidir. Düşünceme göre memleketimize, halkımızın ruh ve alışkanlığına en uygun düşen idare şekli budur.
Program meselesine gelince: “Halka ait olanı halka veriniz” demekle o esasen tayin olunmuş ve açıklık kazanmıştır. İştirakçiler programının memleketimizin ihtiyaçlarına uygun gelebilecek kısımlarını tereddütsüz tatbike başlamak, toplumsal ve siyasi saadetimizi doğuracaktır. Sermayecilerin, saltanat ve istilacıların “millet daha kendi kendini idare edecek bir hale gelmemiştir” gibi fikir ve bahanelerini dinlememekte mazuruz…
Halkçılığın gayesi birtakım iktisadi şartlar altında halkın mesudiyeti olduğuna göre, bunun herhangi bir suretle temini için icap eden vasıta ve şekilleri arayacağız. Esasen devlet şekillerinin her memlekete göre değişmesi zaruridir. Değişmeyen bir yön vardır ki, gayedir; tıpkı meşruti idare usullerindeki değişiklikler gibi. Malum olduğu üzere, 19. asırdan itibaren yeni halkçılığın babası sayılan Karl Marx halk hükümetinin şeklini tarif etmemiştir. O yalnız amele ve fabrikadan bahsetmiştir. Dolayısıyla halk devletinin zannedildiği gibi her memlekette aynı şekilde tecelli etmesi lazım gelmez.
Muhitin, hayati şartların, tarihi sebeplerin, zihniyetin farklılığı kati olan bu âlemde esasen buna imkân da yoktur. Dolayısıyla biz Türkiye Halk Devleti esaslarını çizerken Türkiye toplumunda şekilsel değil, maddi menfaatlere dayalı radikal değişimleri gözeteceğiz.
Türkiye’de bir köylü, bir de Tanzimat döküntüsü bürokratik idare meclisi vardır. Bunun herhangi bir surette iyi bir neticeye ulaştırılması memleketin ve milletin selameti itibariyle zaruridir. Esasen Anadolu Hükümeti’nin teşekkülü manasının bir cephesi vatanı müdafaa ise, diğer cephesi de memlekette çağdaş yenilik yapmaktır. Her vakit söylediğimiz gibi yine tekrar edelim ki, bu yenilik Anadolu’nun müdafaa kabiliyetini muhafaza etmek ve sürdürmek için mutlak ve mutlak lazımdır. İhtilal günleri yaşıyoruz. Tarih en radikal yeniliklerin ancak böyle zamanlarda başarıldığını söylüyor. Fransa sosyoloji âlimlerinden Helvétius “İhtilal, bir memleketin kanun ve müesseselerinden memnuniyetsizliktir. O halde halkın menfaatine daha uygun müessese ve kanunlar yapılmalıdır” diyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetimizin bu işi er geç halledeceğine itimat etmek isteriz. Bizde halkçılık davası aynı zamanda bir milliyetçilik meselesidir. Şimdiye kadar uluorta bahsedilen milliyetçiliğin şiir, edebiyat, efsane, cihangirlikten başka bir şey olmadığı da malumdur. Hakikaten halka doğru gitmeyen herhangi bir harekete milliyet cereyanı demek “millet” kelime ve teorilerinin ifade ettiği manayı kavramamaktır. Ne yazık ki dünyanın her tarafında iş bu merkezde yürüdü. Halk tabakası bu gürültü ve patırtılardan mesudiyet namına hiçbir şey anlamadı; o daima başkalarının hesabına çalıştı ve daima kanadı…
Bizim istediğimiz idare inkılabı kelimenin bütün ifadesiyle memleketin irili ufaklı üreticilerine, iktisadiyatına hakkını vermektir. Biz komünist veya Bolşevik değiliz ki bütün bu sınıfları işbaşından atalım! Memleketin bütün evladını, onları iktisadi, toplumsal, manevi mevcudiyetlerine göre nispi bir surette işbaşına getirmek, memlekete faydalı kılmak isteriz. İşte bizim camia halinde çöküş tarihimizin haykırdığı yaralar…
Dolayısıyla biz mütegallibeler eline düşmek tehlikesini görmüyoruz. Bilhassa mesleki dernek teşkilatıyla bu tehlikeyi hiçe indirebiliriz. Bizi korkutan mühim bir husus vardır ki, o da üreticiler tabakasının irfanen kâfi derecede yüksek olmaması keyfiyetidir. Fakat bilinmelidir ki, o, menfaatlerini idrak etmiştir ve dünyanın en zeki üreticisidir.
Vilayet meclisi yüzde 95 nispette bunlardan meydana gelecektir. Yani Türklerden meydana gelecektir. Buraya muallim, avukat, doktor, mühendis, hoca vs. vatandaşlar da dahil olacağına göre Meclis’in ilim noksanını telafi için bu zatları Belçika seçim kanununda olduğu gibi birden fazla oy sahibi kılmak da mümkündür. Bu suretle vilayet meclislerinde denge vücuda getirmek imkânı da yok değildir.
Yine itiraf edelim ki, şu irfan tabakasından memleket çok büyük hizmet görememiştir. Memleketi tutmakta olan üreticiler tabakası olduğuna göre, hakikatte idare hakkının da onlara ait olması lazım gelir. Aksi takdirde vatan bir çeşit malikâne olur. Bugünkü demokrasi tatbikat sahasındaki vaziyete göre bizce bir nevi sınıf tahakkümüdür. Lazım olan husus, devleti gayri şahsi hale koymak, camianın genel iktisadiyatını, maneviyatını tacidar mevkiine oturtmaktır.
Lafın kısası, şu sırada halkçılığın bu kadarcığı olsun tatbik sahasına konulmazsa vatanın şu kanlı badire içinde müdafaa kabiliyetini idame edecek olan sebep ve vasıtalarını büyük ve siyah bir günah içinde ihmal etmiş oluruz.
Büyük bir merasim ve debdebe ile yayımlanan Teşkilatı Esasiye Kanunu’muz da şimdiye kadar yayımlanan kanunlarımızın, Kanunu Esasilerimizin akıbetini andırır. Bu, şu kara bahtlı büyük ve aziz memleket için çok hazin bir akıbet olur. Her şeyini büyük Meclis’inden ve onun hükümetinden bekleyen halkı, büyük Meclis ihmal edemez ve etmeyecektir.
Valinin de tabii üye sıfatıyla iştirak edeceği yeni vilayet şûraları, memleketin sahiplerinin medeni ve siyasi terbiyesini yükseltecek bir mektep hizmeti vazifesini yapmalıdır.
HALKÇILIK VE SINIF TEORİSİ
Yeni Türkiye’deki son hareket tamamen halk hareketidir. Her gün biraz daha kuvvet kazanan, her gün biraz daha kati galebeye doğru ilerleyen bu hareket, itiraf etmek lazım gelir ki, kudretini Türk köylüsünün sabanından, onun zavallı kağnısından, oh… Yarabbi, onun yedi asırdan beri daima başkalarının menfaatine kanamış asil, necip hayatından almaktadır. Fakat bugün köylü artık kendi hesabına çalışıyor, kendi hesabına kanıyor, kendi idaresini kuruyor. Bugünden itibaren çektiği mihnet, meşakkat ve külfetlere karşılık nimet talebinde bulunması, şüphesiz onun en temiz ve inkârı mümkün olmayan bir hakkıdır.
Halk idaresinin tesis edilmesi, doğrudan doğruya halkın maddi menfaatlerini temin ve takviyeye dayalı bir idarenin vücuda getirilmesi, halkın beklediği külfet karşılığındaki nimetin tecellisi olacaktır. Bir idare ki, Türkiyeli çiftçinin üvendiresi ona yön verecektir. O gün Türkiye’miz macera siyasetinden kurtulacak, maddi, gerçek bir iktisat siyaseti harap yurdumuzun mukadderatına hâkim olacaktır. Nazarımızda Türkiye o gün açık manasıyla milli bir devlet haline dönüşecektir. O gün bu aziz memleketin sahipleri, üreticiler -maddi, manevi- meşru mülklerinin idaresinin başına geçeceklerdir. Türkiye yürüyor… Karanlıkları delen halk güneşi yükseliyor. Çeşitli halk sınıfları içinde -asker, memur, tüccar, muallim vs. gibi- büyük üretici köylünün hakkı hukuken yeni idarede en büyük yeri tutmalı, en ağır basmalıdır. Çünkü Türkiye’nin bugünkü büyük halk savaşında en çok onun emeği geçmiş, en büyük fedakârlığı o göğüslemiştir. Nimet külfete, külfet nimete göredir. Hayatlarını köylü üreticiye borçlu olan diğer halk sınıfları da camiadaki iktisadi, fikri varlıkları nispetinde hak talep edebileceklerdir. Bugün yeni kurulmakta olan Türkiye halk idaresi, memnuniyet vericidir ki, kendisine düşman olabilecek kuvvetli bir iktisadi veya toplumsal sınıf karşısında bulunmuyor. Bu idarenin iki düşmanı vardır: Birisi saray ve tabileri, diğeri fetihçi ve sermayeci Avrupa’dır. Yeni Türkiye daima bu iki düşmana karşı tetik durmalıdır.
Yoksa esasen bir sınıf mücadelesi olan tarih daha uzun zamanlar aynı elim bahtını söylemekte devam eder gider. Milletler bu sonu gelmeyen macera içinde hazin talihlerini daha uzun asırlar hıçkırıklarıyla nesilden nesile nakletmeye mahkûm kalırlar. Bu bahis üzerinde daha işleyeceğiz. Diyorduk ki, bu devir içindeki müesseselerimiz, hayli demokratik-halkçı olmasına rağmen, layığı gibi semere vermedi. Çünkü o günün iktisadi şekillenmesine uymadı. Hakikaten o zamana göre çok güzel olan müesseselerimiz, idare şahsi olunca hükmünden çok kaybetti. Fakat bu beklenmeyen neticenin en tesirli etkeni de genel iktisadiyatın halk iktisadiyatı olmayışından ileri geldi. Üretim ve paylaşımın dizginleri camianın elinden bir şahsa intikal edince halkçı müesseselerimiz teyit ve icra kudretini de kaybetti. Sarayın ve mütegallibenin eline geçen iktisat kuvveti adeta halkçı hukukiyat ve milli âdetlerle eğlendi. Çünkü camianın hareket mekanizması müesseselerimize zıt bir manada bir sınıfın eline geçmişti; artık istediğini yapabilirdi. Bunu devirmek için ihtilal lazımdı. O da oldu. Fakat düştü; Bedreddin Simavi başını kaybetti. Çünkü ihtilal, iktisadiyatı ve devlet teşkilatını istediği gayeye göre düzenlemeyi ihmal etti…
…Bu Kanunu Esasi halka hakkını aramak için zemin hazırladı. Ve halk bu açılmış yoldan yürüyerek bugünkü idareye ulaştı. 1908 İnkılabı’nın bayrağı olan Kanunu Esasi’nin büyük yarası, bu memleketin üç asırdan beri devam edip gelen halk ve üretici ihtilallerinin manasıyla, bu memleketin toplumsal ve siyasi milli vaziyetiyle uygun düşememesindedir. Kanunu Esasi manasını Avrupa burjuva ihtilalinden alıyordu. Türkiye’de tatbik edilmek istenen bu kanunun tarihi Avrupa’daydı! Yani sebepleri Avrupa’daki burjuva hareketiyle, burjuvaların iktisadi ve toplumsal vaziyetleriyle izah olunabilirdi. Halbuki bizde burjuva namıyla iktisadi menfaatleri belirmiş ve toplumsal bir sınıf olarak ayrılmış halk ile soylular arasında aracı bir sınıf yoktu; soylular bile yoktu. Türkiye’de halk ve saray vardı. Sarayın tabileri ve taşra mütegallibeleri dahi halkın içinde yetişen ve yalnız saraya alet ve vasıta olan bir kudretten başka bir şey değildi. Her şey sarayın elinde ve hükmündeydi. Dolayısıyla Türkiye meşrutiyet sözleşmesi, sarayın elinden iradeyi alarak halka teslim etmek ve üreticiyi hâkim kılmak olacaktı. Olamadı. Ve her halde hareketinin manasını tarihten, fakat aşkını en fazla miktarda Büyük Kemal’in ihtilal kitaplarından içen 1908 İnkılabı -ki Kemal Bey edebiyatı dahi denebilir- memlekette ancak bir sınıf idaresi esasına dayalı bir devlet kurabildi. Bu zaruriydi. Çünkü yayımlanan Kanunu Esasi’nin bağlı olduğu sistem hâlâ bugün dünyanın her yerinde olduğu gibi bir sınıf idaresini vücuda getirebilmek kabiliyetinden başka bir sıfata sahip değildir. Avrupa’da burjuvalar soyluları devirerek idareyi ellerine aldılar ve kendi haklarını kazandılar. Bu bir camia hükümeti değil, bir sınıf idaresiydi. İsviçre gibi toplumsal ve iktisadi teşkilatı geniş, anayasası başka mahiyette olan bir iki memleket müstesna olmak üzere, diğer Batı devletleri yine bu sistemi kabul etmişlerdir. Avrupa bugün bir halk hareketinin arifesinde bulunuyor. O zaman belki camia iktisadı siyasetine dönecektir. Teşkilatı Esasiye Kanunu’muzdan evvelki meşrutiyet sistemimiz sınıf idaresiyle başta padişah olmak üzere memleketimizin tanımadığı bir burjuva sınıfı tesisine doğru gidiyordu. Halkın maddi ve manevi menfaati yine perişandı. Halk hükmetmiyor, hükmediliyordu. Devletin hukuki mahiyeti “padişahlı meşrutiyet saltanatı”ydı. Memleketin ihtiyacı ise camia siyaseti, halk iktisadiyatı saltanatıydı…
HALK CUMHURİYETİ VURGUSU
Yeni Teşkilatı Esasiye ihtilalin ilk manasını ifade eden birinciyi tamamladı ve kemale erdirdi; Türkiye Halk Cumhuriyeti’nin mahiyetini gösterdi. Fakat her halde bu yeni Teşkilatı Esasiye birincisinden bazı fedakârlıklar yaptı; işleri hep sağdan gördü. Halk hâkimiyeti esasları çok kuvvetli olan birinci Teşkilatı Esasiye’den yapılan fedakârlıkların yeniden tazmini lazımdır. Bu, halk inkılabı için bir şeref işidir; halk hâkimiyetinin kurulması sadedinde hayati bir meseledir. Türk İhtilali’nin en temiz, en saf çehresi birinci Teşkilatı Esasiye’dir; tıpkı Fransa Büyük İhtilali’nin en saf çehresinin İnsan Hakları Beyannamesi olduğu gibi. Bunun esaslarından, mana ve ruhundan yapılacak fedakârlıklar, inkılaba karşı daima bir gericilik olarak görülmelidir…
Birinci Teşkilatı Esasiye “idare usulü bizzat ve fiilen milletin mukadderatını idare etmesi esasına dayalıdır” diyordu. Yenisi bu çok mühim umdeyi çıkarmıştır. Büyük bir hata, bir noksandır; Halk Fırkası programına da muhaliftir. Bu ve bunun gibi hataların er ve geç düzeltileceğinde, inkılaba sadakat gösterileceğinde şüphemiz yoktur. Başka türlü olamaz. Bununla beraber Halk Cumhuriyeti’nin doğru dürüst bir kanunu esasiye sahip oluşu da memnuniyetle karşılanmaya layık bir hadisedir. 93 [1876] Kanunu Esasisi inkılabın arifesinde uygulamada hükmünü yitirmişti. Bunun yerinin doldurulması ve Cumhuriyetin şiarının söylenmesi ve gösterilmesi lazımdı. Bu yapıldı. Fakat vücuda getirilen eser, Türk İhtilali’nin eğilimlerini, düsturlarını tamamen ifade etmiyor; noksandır.
Türk İhtilali siyasi düsturlarını, siyasi ve toplumsal müesseselerini tamamlamış olmakla beraber, bunları halkın malı yapabilecek teminatı vücuda getirmiş değildir. Bu, bizce ihtilalin üçüncü safhası olacaktır. Türkiye’de halk cumhuriyetinin kurulması, halk hâkimiyetine dayalı bir idarenin, milli hükümetin yerleşmesi ancak ve ancak iktisat ve maarif teşkilatının kurulmasına bağlıdır.
Muhtelif sebeplere, zaruretlere göre yürüyen inkılaplar, şüphe yok ki, aynı mahiyette tecelli edemezler. Gerçi halk ihtilallerinin hedefleri birdir; halk hâkimiyetidir. Bu, her memleketin ve her milletin tarihine, tarihinin ve bugününün vaziyetine, ruhiyatına göre cihazlarla takviye olunarak manasını ifade edebilir. Ortada bir inkılap, yılmaz ve kararları çok kati muazzam bir inkılap vardır. Manası tahakküm ve tasallut olan kan dökücü bir eskilik yıkılmış, yeni Türkiye vücut bulmuştur.
DEVLET TEORİSİ
Bize göre devlet ve hükümet hukuki bir zaruret değildir. Salt hukuk bunu ifade edemez. Devlet, tarihi bir hadisedir. Tarihi zaruretlerin doğurduğu devlet, Amerika anayasa hukuku mütehassıslarının izahatına iştirakle diyebiliriz ki, insanlık için lazım bir fenalıktır. Asrımız hukukiyatının hedeflediği gaye, bu lazım fenalığın mümkün olduğu kadar hukuk çerçeveleri içine alınmasıdır. Bu çözüm tarzı teşekkül ve vaziyeti itibariyle onun pek müsait bulunduğu tahakküm ve ceberut eğilimlerine kuvvetli bir engel teşkil edebilir. Bu gayeye ulaşabilmek için anayasa hukuku cereyanları devletin dizginlerini halkın eline vermeye doğru yol alıyor; halk ve devlet kavramlarını birbiriyle birleştirmeye karar vermiş bulunuyor. Hukukşinasların her gün keşfettikleri yeni bir temsil usulüyle varmak istedikleri, devleti, halk hâkimiyetinin, millet menfaatlerinin bir icra vasıtası haline koymaktır; yine milletin eliyle bunları temsil edebilecek bir vaziyete sokmaktır. Şüphe yok ki cumhuriyet, bu hedefe diğer devlet ve hükümet şekillerinden fazla isabet eden bir müessesedir. Fakat meselenin düğümü, milleti temsil mekanizmalarında, mahalli hükümet, mahalli idare teşkilatında, merkezi hükümetin teşekkül ve bunun denetimi şekillerindedir…
İlim, devlet ve millet meselesini halledecek, tarihi mümkün olduğu kadar bir sınıflar mücadelesi halinden kurtaracak olan çözüm yollarını buralarda bulabilecektir. Bu ince noktalar ihtilalin keskin ve geniş bakışlı gözlerinden uzak kalmadı…
Şüphe yok ki, asrımız hükümet anlayışları, ihtilalin mana ve eğilimleri, her şeyden evvel milleti ve memleketi en ziyade temsil eden idare şeklinin ortaya konulması ve kabulüdür. Türk İhtilali’nde en güzel devlet, en manalı, en dürüst hükümet, milleti ve onun idare ve hâkimiyetini en çok gösterebilenidir. Bizce hayat ve harekette ruhiyat, maneviyat cereyanlarının mühim tesirleri inkâr olunamamakla beraber, bir memleket, bir camia, herhangi bir milliyet hakkında en başta iktisadiyatıyla hükme varabiliriz…
Devletin siyasi istikametini Türk çiftçileri, Türk çiftçilerinin yüksek menfaatleri göstermelidir. O gün milli devlet, Türkiye halk hükümeti kurulur. Yedi asırlık bir macera tarihinin yaprakları tam ve olgun manasıyla tasfiye edilmiş olur. Bunlar, inkılabın kendi manası etrafında henüz noksan kalan parçalarıdır.
Buraya kadar tarihçilerin ilkçağ, orta çağ, yeniçağ, çağımız diye dört kısma ayırdıkları muhtelif tarihi devirler içindeki devlet sistemlerini, hareket cihazlarını, şekillerini tahlil ederek ve inceleyip eleştirerek geldik ve gördük ki:
1- Devlet daima şahıs idaresi, -seçimlere, kontrollere, mesuliyetlere rağmen- bir sınıf veya zümre saltanatı halinde şekiller arz ederek zamanımıza kadar
yürümüştür.
2- Devlet, herhangi bir şekilde olursa olsun kuvvetlilerin zayıfları idaresinden başka bir şey ifade edememiştir. Hatta bugünkü Rusya komünizminde dahi!..
3- Bu muhtelif şekiller aynı neticeyi vermemiştir. Sırasıyla ve iniş çıkışlarla giderek bazen iyiliğe, bazen de geri geri gelerek kötülüğe meyletmiş ve fakat ihtilallerin kuvvetli sarsıntılarıyla çoğunlukla iyiliğe doğru ilerlemiş ve gittikçe kuvvetlilere katılan zayıfların adedi artmıştır.
Burada bir soru akla gelebilir: Acaba bir gün gelecek devlet tamamen eşitler idaresi olacak mıdır? Ben zannetmiyorum. Bununla beraber devletin insanlık için lazım bir kötülük olduğuna inanıyorum. Devletten kurtulan insanlığın daha çok ezileceğine, kuvvetlilerin elinde daha çok âciz olacağına kaniyim. Ve bunu kolayca tasavvur edebiliyorum. Anarşistlere ve son zamanlarda vefat eden Kropotkin’e göre devletin kendini ıslah etmesi mümkün değildir ve lağvı lazımdır. Bu da bir fikirdir. Fakat bütün kıymeti teorik ve hayali olmaktan ibarettir. Bence gaye, devletin lağvı değil, onun kötülüğünün asgari hadlere indirilmesi olmalıdır.
Nasıl ve ne suretle? İktisat esaslarına dayalı halk devleti tesisiyle… Türkiye devleti cihazları ve yüksek teşkilatı iktisadiyatı temsil etmedikçe, bizde bir halk hükümeti, bir milli devir kurulamayacaktır. Fakat yeni Türkiye, bu devleti kuracaktır…
OSMANLI’NIN SINIFSAL KARAKTERİ
Neresine bakılsa sürü sürü öksüzler, kafile kafile dullar göründü. Dağlı kızları, Türklüğün bu temiz sütlü büyük anneleri yalınayak, sırtı çıplak kaldı. Sultan zaferleri terennüm edilen imparatorluğun özü kemiriliyor, bundan her gün bir parça daha kopuyordu. Sabanlar elsiz kaldı. Gül bahçelerinde, zümrüt bağlarda, yeşil tarlalarda bülbüllerin ırmak sularına karışarak akıp giden şakrak sesleri kesildi. Mesut ve şen yuvalardan duman tütmez oldu. Büyük imparatorluğu pak sütüyle emziren köylü kızı kiremitlerine varıncaya kadar vergi diye alınan çatısız, çatlak duvarlı kulübeciğinde başına bağladığı bir tek siyah yemenisiyle, şehit çocuğu yetim yavrucuğuyla kara bahtını düşündü. Fakat o, ağlarken de hanımlığından bir şey kaybetmedi. Mehmetçik, başına sardığı siyah çevresiyle çamlı bellerde, sular başında talihini kavalında ağlarken efendiliğinden yine bir şey unutmadı. Ruhu ve şuuru yine ve daima yüksek kaldı. O, gıdasını hep yükseklerden aldı. Bir gün geldi, zaferler imparatorluğu, Türkün mezarlığı, Türkün ıssız ve yıldızsız gecelerde baykuşlar ötüşen bir harabesi, ucu bucağı görünmeyen bir yıkıklığı oldu. Bu yıkıklığın şurasında burasında beliren onun son varlığından da hâlâ kendini doyurmak, kendisine hisse çıkarmak isteyen kıvılcımlı bir kasırga esiyor, ortalığı yakıp kavuruyordu. Bu, o günkü idarenin halk üzerindeki ihtirasıydı. Yangınlar çıkararak yükselen imparatorluk, yangınlar içinde her gün düşüyordu. Bu ateşli yel 500 yıl esti. Ve Osmanlı İmpatorluğu’nun siyasi tarihi buna mutlakıyet idaresi dedi. Bütün bu haşmetli, velveleli devir içinde kâr-zarar tartılırsa, son gününde Türk halkının vaziyeti bu çizdiğimiz tablo içinde görülebilir. Kendi adını taşıyan Osmanlılar Devleti’nde hakikatte Türk halkı manen, maddeten bir esirler camiasıydı. Ortada iktisadi, siyasi, fikri manasıyla bir Türk camia saltanatı değil, bir zümre idaresi vardı. Kültür, servet, fikir, her şey bununla sınırlı gibiydi. Bunun da başında sorguçlu sultanlar hüküm sürdüler. İmparatorluğun en yüksek günlerini yaşadığı hikâye olunan, Fuzuli’lerin, Bâki’lerin, Nef’i’lerin, Nedim’lerin şahnâmelerini, mersiyelerini yazdıkları bu büyük devir, Türk halkının iki büklüm bir teslimiyetle ezilip süründüğü, kanayıp kan kustuğu günlerdir.
SOVYETLER’LE DOSTLUK
Türkiye-Rusya Dostluğu
Rusya Komünist İnkılabı’nın
4. Yılı Münasebetiyle
Cihan Harbi bütün bir halk dünyasını kanatırken, Miladın 1917. yılında Saint Petersburg sokakları kanlı mücadelelere sahne oluyordu. Pek az bir zaman içinde bütün Rusya’yı saran bu büyük ihtilal karşısında çarlar hükümeti komünistlere teslim oldu. Uzun asırlar Rus halkına ve Rusya’da yaşayan kavimlerin mukadderatına hâkim olan çarlar sarayı, ölümle, katliamla bekasını temine çalıştığı kanlı bir idarenin azgın deniz dalgaları gibi yürüyen, kükreyen halkın isyanları önünde korkunç düşüşüne şahit oluyordu. İnkılap ateşleri içinde asırların büyüttüğü, beslediği zulüm siyaseti, korkunç sarsıntılarla yıkılıyordu. Nihayet Romanovlar hanedanının son bedbaht nesli mağlup Nikolay, bu ihtilal silleleri önünde kendi kafasını da kurtaramadı. Şüphesiz en mutlaki bir idarenin sınırsız yetkili tacidarları da tahakküm ettikleri milletin mukadderatıyla çok oynadıkları gün akıbetleri budur. Hakikaten Nikolay mağlup olmuş Rusya’yı düşmanlara çiğnetmişti.
Dünya Harbi ortasında, Karadeniz’in öbür yakasında Rusya Devleti’ni baştan başa sarsan bu inkılap, sermayeci Avrupa kadar Türkiye’miz için de büyük ehemmiyete sahipti. Fakat, başka başka bakımdan. Hakikaten komşumuz Rusya Devleti’ndeki bu siyasi, iktisadi, toplumsal değişim Türkiye’mizi belki bütün Avrupa’dan daha ziyade alakadar kılacak bir mahiyetteydi. Bugün de öyledir. Şu kadar ki, bizleri sermayeci Avrupa’dan fazla alakadar eden bu büyük inkılabın mahiyeti bize göre başka, emperyalist Avrupa’ya göre yine başkaydı. Şüphesiz, birçok bakımlardan Türkiye’nin iyi karşılayacağı komünistler başarısı, Avrupa sermayesini ve dolayısıyla bütün bugünkü emperyalist Avrupa mevcudiyetini tehdit eden bir tehlike olması itibariyle Batı’ca korkunç bir vakaydı; hâlâ da öyledir. Komünist Rusya muhtelif esaslı sebepler altında komşusu Türkiye’yi kendisiyle pek ziyade alakadar kılacaktı. Bu sebepler Türk-Rus dostluğunu ve daha sonra Türk-Rus ittifakını doğurdu ki, zaruri ve pek tabiiydi.
Rusya’da asırlar süren çarlar siyasetinin en çok zararını, denebilir ki, Türkiye çekmiştir. Ana hatlarını bizim Prut mağlubu Büyük Petro’nun ve II. Katerina’nın çizdiği bu siyaset Türkiyelilerce meçhul değildir.
Türkiye’de Ortodoksların hamisi sıfatıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun işlerine daima müdahale etmek ve nihayet İstanbul’a hâkim olmak, Doğu Anadolu’yu taksim ederek İskenderun yoluyla Akdeniz’de limanlar elde etmek, çarlar siyasetinin gayesiydi. 1917 senesinde Rusya’da meydana gelen komünist inkılabı bu siyasete son verdi. İstanbul ve Anadolu korkunç bir düşmandan kurtulmuş oldu. Unutmamak icap eder ki, Rus Komünist İnkılabı’nın başarısına Türkiye’nin Umumi Harp’e iştirakinin pek büyük bir dahli olmuştur. Çarlar idaresini Boğazlar’ın kapanması boğdu. Nikolay harpten muzaffer çıksaydı, komünist inkılabının daha uzun zamanlar sürüncemede kalması muhakkaktı. Komünizmi belki hâlâ iktisat kitaplarında bir meslek olmak üzere okuyacaktık. Çarlar Rusya’sıyla milletçi ve meşrutiyetçi Türkiye’yi düşman vaziyetine sokan bir sebep de, çar boyunduruğu altında benliğini unutmaya mahkûm kardeş kavmin vaziyetiydi; Rusya’da oturan aziz Türk ırkının haliydi. Bu kardeşler gün geçtikçe kültürlerini kaybediyorlardı. Genç Türkiye için bu bir irredenta meselesiydi ki emperyalist Rusya ile milletçi Osmanlı İmparatorluğu’nu er geç karşı karşıya getirecekti. Cihan Harbi bu fırsatı hazırlamış oldu.
Komünist Rusya, bütün Türk dünyasıyla bugün bu anlaşmazlık noktasını da halletmiş bulunuyor. Hakikaten bugün bağımsız kardeş Azerbaycan’ın temsilcisini büyük bir zevk ve sevinçle aramızda görüyoruz. Öz kardeşler memleketi hür ve bağımsız Buhara sefiri de Türkiye’mize girmiş ve Ankara’ya gelmek üzere şu an Kastamonu’da bulunmaktadır. Komünist ve hakşinas Rusya bu Türk kardeşlere bağımsızlıklarını tanımış ve onlara kültürel, iktisadi, toplumsal sahalarda ilerleme ve yükselme için serbest bir zemin hazırlamıştır. Aziz Azerbaycanlı ve Türkistanlı kardeşler hür ve bağımsız memleketlerinde halkçı olarak elbette yükselmenin yolunu tutacaklardır. Bugünkü halkçı Türkiye esasen Misakı Milli’si hükmünce irredenta’cı değildir. Ve yine esasen milletlerin hürriyetleri, bağımsızlıkları, saadetleri için siyasi birliği şart tanıyan Türkiye’nin, hür Azerbaycan’ın, hür Türkistan’ın saadete doğru attıkları adımlar karşısında sevinç gözyaşları dökerken onların elemleriyle elem, saadetleriyle sevinç duyması da pek tabiidir. Halkçı Türkiye dünyanın bütün mazlum milletleri için aynı hisle hislenmektedir. Türkiye üzerindeki çar emellerini yıkan, bütün bir Türk halk dünyasına hürriyet ve bağımsızlık tanıyan müttefikimiz komünist Rusya elbette halkçı Türkiye’den hürmet ve samimi dostluktan başka bir şey bekleyemez. Batı’nın kapitalist ve emperyalist devletleri asırlardır Türkiye’mizin taksimi için çalışıyorlar. Son senelerde kanlı dileklerini hakkımızda tatbike imkân bulan devletlerin karşısına komünist Rusya dikildi. Rusya, sermayeci ve cihangir Batı’yı iktisadıyla, toplumsal yapısıyla, siyasetiyle devirmek davasındadır. Şu sermayeciler ve cihangirler dünyasından en çok zarar gören ve hâlâ görmekte olan Türkiye için komünist Rusya pek tabii müttefiktir. Türk-Rus dostluğunun iktisadi ve mali sahada bugünkünden daha fazla temasa gelmesi imkânı da mevcuttur.
Dostluk bağlarını bir kat daha kuvvetlendirecek olan bu hususa şimdiye kadar kâfi derecede ehemmiyet verilmediğini görüyoruz.
Kars Konferansı’nda Kafkas devletleriyle iyi neticelere varan anlaşmada, müttefikimiz komünist Rusya’nın memleketimiz hakkındaki samimi vaziyeti Türkiyeliler için kıymetli bir dostluk nişanesidir. Kafkaslar’da Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ile sınırlarımızdan uzaklaşan, ayrı düşen Rusya devletiyle bizi daimi dost halinde tutacak iktisadi ve siyasi sebepler pek çok ve pek kuvvetlidir. Gerçekçi siyasetçi halk Türkiye’si bu vaziyeti hiçbir zaman ihmal edemez. İlave etmek isteriz ki, Rus dostluğu Batı’yla anlaşmamıza ve devam edip giden kanlı harplere -memleketimizin tam bağımsızlığı şartıyla- nihayet vermekliğimize mâni değildir. Nitekim, İngiltere’nin ticaret temsilcisi şu an resmen Rusya devleti nezdinde bulunmaktadır. Hatta İngiliz temsilcisi komünistler inkılabının yıldönümünde Rusya Hariciye Komiserliği’ne giderek resmen tebriklerde bulunmuştur. Bazı kimseler komünistliğin Türkiye’ye sirayet edebileceğinden korkuyorlar. Bu telaşa çok acırız. Türkiye toplumsal, iktisadi sebepler altında komünizmi yaşatabilecek bir muhit değildir. Herhangi toplumsal bir hareket lafla olmaz; zeminin ve şartların müsaadesiyle olur. Türkiye’de komünizm yaşayamaz. Çünkü sebebi yoktur. Türkiye halkçılığa muhtaçtı ve onu kabul etti; geliştirecektir. Zannetmiyoruz ki Türk ve Rus dostluğu mutlaka her iki devletin komünist olmasına bağlı bulunsun. Türkiye, sermayeci ve cihangir değildir; halkçıdır. Türkiye-Rusya arasında müşterek menfaatler vardır; işte dostluğun esası. Haber verelim ki, komünizmi hiçbir vakit tamamen tatbik edemeyen Rusya dördüncü yılını yaşarken sağa doğru döndü. Socialisme d’Etat namı verilen devletleştirmeye dönmeye başladı. Hariciye Komiseri Çiçerin yoldaş, inkılabın dördüncü yıldönümü münasebetiyle yabancı devletler temsilcilerine irat ettiği nutkunda bu hususu itiraf ediyor. Bu, büyük bir değişimdir. Biz müttefikimizin daha pek çok sağa doğru gitmemesini temenni ederiz!..
Anlayışımıza göre, Avrupa, Rusya’nın değil, komünist Rus idaresinin düşmanıdır. Bu idare iktidarı kaybederse, pek muhtemeldir ki Türkiye de Rusya’yı kaybeder. Onun için komünist Rusya’nın devam ve bekası, Batı’yla dövüşen, sermayeciler ve cihangirler eliyle kanayan halkçı Türkiye’nin en samimi bir emeli, en mühim bir meşgalesi olmalıdır. Funck-Brentano diyor ki: “Tarih, ebedi bir siyasete dayanan ebedi bir antlaşma, bir ittifak kaydetmemiştir.” Bu çok doğru; uzakça bir geleceği kimse keşfedemez. Fakat bugünü görmeyenlerin de milletlerin mukadderatında nüfuzlu olmaya hakları yoktur. Bugüne hükmeden siyasettir ki geleceğe emniyetle bakabilir; gelecek hayalcileri çok defa bugünlerinden mahrum olmuşlardır. Müttefikimiz Rusya bugünkü prensiplerine sadık kaldıkça, bizce bugünün ve geleceğin en tabii manalarından birisi ve belki birincisi Türk-Rus dostluğu ve ittifakıdır.
İleri.
Mahmut Esat Bozkurt’un Bütün Eserleri, Doç. Dr. Şaduman Halıcı tarafından yayıma hazırlamış, yine eski yazı metinlerin çevriyazıları Şaduman Halıcı ve Musa Sarıkaya tarafından yapılmış, eser Kurtuluş Güran tarafından sadeleştirmiştir. Eser için değerli aydınlarımızdan Özdemir İnce de kapsamlı bir inceleme kaleme almıştır.
Bir yanıt yazın