Neanderteller Ateist miydi?

Dinlerin, Tanrıların, Mabetlerin İnsan Hayatındaki Rolü?

İnsanın insan olabilmesi için ik şey lazımdı. Biri, gelişmiş zihinsel tasavvurlarda bulunabileceği, yani geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı bütünlüklü bir imgede tasavvur edebileceği gelişmiş bir beyin, diğeri ise toplumsal hayatını sürdürebilmek için başvurmak zorunda olduğu el-emek etkinliği. İkisi de birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Nörolojik gelişmişlik olmasaydı, el becerisi, el becerisi gelişmeseydi, beyin nörolojik-zihinsel açıdan tıkanır kalırdı.

Her insan potansiyel olarak, bilinmeyeni, sırrına eremediğini, yanıt bulamadığını bir şekilde anlamlandırmaya, yani zihninde yarattıklarıyla, ruhlar alemiyle ilişkilendirdiği düşleriyle açıklamaya yatkındır.

İnsan, içinde yaşadığı dünyayı geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman bütünlüğünde değerlendirebilmek için zihninde anlamlar, nedenler, varlıklar ve imgeler yaratmak zorundadır. Bunlar olmadan, zihinsel gelişmemizi devam ettiremeyiz.

Örneğin bugün hala birçok insan, sevdiklerinin ölümünü kabullenemeyince, onların neden öldüğünü, ölenlerin nereye gittiğini, gördüğü düşler üzerinden anlamladırmaya çalışmaktadır. Hemen hemen her toplum ve kültür çevresinden insanın, düşler üzerinden geçmişini, geleceğini ve şu anda yaşadıklarını ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalıştığını görüyoruz. İnsan, varlığına bir anlam bulmadan yaşayamaz. Varlığımızın bir anlamı olmalıdır, yoksa neden sevelim, üretelim, çocuklar peydahlayalım ve yaşayalım ki?

Canlılar içinde bir tek insan, yaşamına ve varlığına nörolojik açıdan bir anlam bulabilme çabasında olmuştur. Bu çok çok önemli bir zihinsel özelliktir.

Ölümle Neden Başedemeyiz?

Her an doğal afetlerle karşılaşmak, canlıların her an birbirini parçaladığı tehlikeli bir ortamda bulunmak, kıtlığın her an başgösterdiği, ölümcül kazaların, ağır yaralanmaların ve hastalıkların olduğu ve hayatın bir nevi şanslara kaldığı bir zamanda yaşamak ne kadar zor olmalıdır? Bu ortamlara, tehlikelere ve zorluklara katlanabilmek için, yaşamın bir anlamının olduğunu düşünmek, insan zihninin gelişimi açısından muazzam bir sıçramaydı.

Anlam arayışının en önemli unsurlarından biri, dünyada olup biten her şeyden, yeryüzünden, yeraltından veya gökyüzünden sorumlu ruhların olduğu anlayışıdır.

İnsanlar nasıl yaşar ve inanırsa, zihinlerindeki evren tasavvurları da ona göre biçimlenir. Topluluklar kendi içinde katmanlaştıkça, yani hiyerarşik yapılar oluşturdukça evren tasavvurları da ona göre katmanlaşmıştır.

İnsanın sevdiklerini ebediyete kadar koruma arzusu veya onların ölümlerini kabul edememesi, bugün hala zihinsel ve ruhsal açıdan barışamadığımız insani bir durumdur. Ölüm bilincinin inançla sıkı bir ilişkisi vardır fakat inanmayan da ölümü hiçbir şekilde kabullenmez. Kabullenmek “evet bir gün hepimiz öleceğiz” demek değildir. Sevdiklerimizin ölümü ve onları bir şekilde kaybetmemiz, onları yaşatamamak, varlıklarını koruyamamak zihinlerimizde derin bir ruhsal boşluk ve anlamsızlık duygusu yaratır. İnanmayanlar bile, zihinlerde başgösteren bu ruhsal depremlere ve fırtınalara hep hazırlıksız yakalanır. İnsanlık tarihinin belki de en materyalist ve inançsız insanı Karl Marx bile, çok sevdiği oğlunun ölümünden sonra aylarca okuyup yazamaz ve arkadaşı Engels’e yazdığı mektupta “acının ne demek olduğunu ilk kez şimdi anlıyorum” der. Marx’ın kolu kanadı, çok sevdiği ve hayatını birleştirdiği eşi Jenny öldüğünde kırılır. Kızı, bir mektubunda “artık o da yaşayamaz” diyerek, onun ruhsal yıkıntısının çapını ortaya koyar. Marx da hakkaten bir buçuk yıl sonra ölür.

Peki ya inananların durumu nedir? Müslümanlara göre ölümle birlikte ebediyete intikal ediyoruz. Herkes öbür dünyada tanrısıyla yüzleşecektir. Bir bakıma bu bir tesellidir, çünkü Allah sevdiği kullarını ebediyete kadar yanı başına alırmış. Peki ya ölen şahıs peygamberse? Onun ölümü mutlu bir durumdur çünkü onun yeri, yaratıcının yanı başı olacaktır.

Fakat Hz. Muhammed’e inanan ve güvenlenler onun ölümünü nasıl karşılamışlardı? Hz. Ömer, peygamberinin ölümüyle öylesine sarsılır ki “her kim peygamber öldü derse, onu kılıcımla doğrarım” diyerek inanılmaz bir tepki gösterir. Yoksa Ömer cennete ve öbür dünyadaki yaşama inanmıyor muydu? Peygamberin en yakınları, ki bunların başında en çok sevdiği eşi Ayşe ve sonra diğer eşleri ve erkek akrabaları gelir, hiçbiri peygamberlerinin ölümüne dayanamazlar, saç ve başlarını yolar, göğüslerini ve yüzlerini tırnaklarıyla parçalarlar. Adeta peygamberlerinin ölümünü emrettiği için tanrılarına isyan ederler.

Demek ki hiçbir insan, sevdiklerinin ölümünü sıradan bir olaymış gibi kabul edemiyor. Yine de bu ruhsal sarsıntının, zihinsel-düşünsel karşılığı ancak inanç dünyasındaki imgelerle yatıştırılabilirdi. İnsanların başka bir hayata intikal ettikleri, öbür dünyada yaşamaya devam edecekleri inancı, bu ruhsal yıkımdan kurtulma arzusunun ve yaşama daha sıkı tutunmanın bir karşılığıydı. Yaşama tutunmak, yaşama bir anlam bulmak ve vermektir.

Tanrı Fikri Nasıl Doğdu?

İnsanlık tarihinde 100 bin yıl öncesinden itibaren ölü gömme törenlerinin başladığını, ölenlerin mağaralarda ateş ocağına yakın yerlere konumlandırılmış çukur-mezarlara gömüldüklerini biliyor ve görüyoruz. Ölüler dağda bayırda, kurda kuşa bırakılmayıp, belli bir saygıyı ifade eden törenle ve özenle gömülmesinin bir sebebi olmalıdır: Onların öbür dünyada yaşamaya devam ettikleri inancı. Bu yüzden birçok mezarda ölülerin yanına bırakılmış giyecekler, aletler, unvanlarını ifade eden broşlar ve yiyecekler bulunmuştur. Bu inancın yeşerebilmesi için de insan zihninde bir devrim niteliği taşıyan yeni bir kavramın oluşması gerekirdi: Ruh ve tanrı fikri.

Bugün birçok insan, yaşadığımız siyasi, kültürel, zihinsel ve şiddet olaylarından dolayı, haklı olarak din ve inançların toplumları gerilettiklerini düşünmektedir.

İnsanlık, yaşamak ve gelişmek için aletler ve zihinsel kavramlar üretti. Bunlar olmasaydı, insan bugünkü insan olamazdı. Fakat belli bir dönemde insanlığı birçok açıdan ilerleten teknolojik aletler ve zihinsel kavramlar, bir başka dönem ve koşulda toplumları gerileten ve zihinleri dumura uğratan roller üstlenirler. Avlanmak için yarattığınız mızrak, bir gün gelir ki düşmanınızın elinde yıkımınıza neden olur. İnançlar gibi, siyaset, sanat, bilim ve felsefe de böyle bir rol oynayabilir.

İnsan ateist olarak kalsaydı, hiçbir ilerleme kaydedemezdi, çünkü kültür dediğimiz gelişmenin önemli bir kısmı inançlar sayesinde gerçekleşti.

Toplumlarda bazı insanlar (örneğin ilk ruhani liderler veya şamanlar) doğa üstü ruhlara yakın olduklarını ileri sürerek, hastaları iyileştirmiş, topluluğu dağıtabilecek ruhsal yıkımları önlemiş, bereketi bollaştırıp üretimi artırmış, toplumu doğal felaketlerden uzak tutmuş veya iç ve dış saldırılardan korumuştur. Bu ruhani liderler sayesinde sağlık tedbirleri alınmış, savunma mekanizmaları düşünülmüş, av ve üretim teknikleri geliştirilmiş, topluluklara kimlik kazandırılmıştır. Bu sayede insanlar, toplumsal hayatı yaşanır bulmuş ve sayamayacağımız binlerce anlamlar keşfetmiştir.

Dinler, tanrılar ve tapınaklar da bu süreçte önce zihinlerde sonra da maddi hayatta ortaya çıkmış ve inşa edilmişlerdir.

Dinler, onlara inananlar; tanrılar, onlara tapanlar ve mabetler, içlerinde dua edip ayin yapan insanlar olduğu sürece yaşamış ve varlık göstermişlerdir. Dolayısıyla yaşayacak ve varlık göstereceklerdir.

İnsanlık tarihi bir bakıma, dinlerin, tanrıların ve tapınakların varlık savaşıdır. Bir topluluk kendini var ederken, inancını, umudunu ve geleceğini de var etmiş olur. Bu, bugün de böyledir. Her din, bir önceki dini inançları, her tanrı, kendinden önceki tanrıları, her mabet de eski mabetleri yok ederek, onların yıkıntılarının üzerinde varlık gösterirler. İnananlar olduğu sürece dinler ve tanrılar yaşar. Onlara inanan kalmadığında, ne denirse densin ne dinler ne de tanrılar yaşayabilir. Her inanç sistemi, onun yerini alacak bir başka inanç sistemiyle yok olmuştur. Bu hep böyle olacaktır, çünkü insan zihni durmaksızın metafizik üretir. Zihnimiz olmayanı varmış gibi düşündürttüğü var olanı da yok sayabildiği için bilim, sanat, inanç, felsefe ve edebiyat var.

Bu dinler ve tanrılar savaşının, bazı insanların vahiy aldığını ileri sürdüğü ilk anlardan itibaren başladığına insanlık tarihinde tanıklık ediyoruz. İlk vahiyleri aldıklarını söyleyen insanlar, şamanlar, kahinler, peygamberler ve ulu kişilerdi. Onlar, inançlarının, kendi varlıkları kadar gerçek olduğunu ve inançlarını tanrılara-ruhlara dayandırdıkları için de onların ebediyete kalacağını düşünüyorlardı. Halbuki ebedi olan ne din, ne tanrı ne de herhangi bir mabet vardır. Şu son 50 bin sene içinde insanlık ne dinler, ne inançlar, ne tanrılar ne mabetler gördü. Bunların hepsi zamanın, kültürün ve insan eliyle kurulan iktidarların varlığıyla belirlenir ve değişirler.

İnançları ifade eden ilk imge ve simgelerden bu yana şamanlar, kahinler, peygamberler ve ulular gördükleri düşleri, zihinlerinde tahayyül ettikleri mesajları, toplulukların hayatına aktararak dünyevileştirmişlerdir. Bundan 40 bin sene önce mağaralara çizilen resimler, Göbekli Tepe’de bulunan heykeller, kuşaktan kuşağa aktarılan sözler, yazı ve işaretlere dökülmüş vahiyler, özel yeteneklere sahip insanların zihinsel ürünleriydi. Bu insanlar, söz konusu vahyin işaretlerini, ya mağaraların en kuytu yerlerinde, ya da zifiri karanlıklarda; ya uçsuz bucaksız ormanlık alanlarda ya da inzivaya çekildikleri sarp kayalıklarda; ya ruhları karartan ve sislerin yükseldiği bataklıklarda ya da kimyevi gazların yer altından sızdığı sarhoş edici ortamlarda görmüşlerdir. Neticede bu kasvetli ortamlarda ağır ve uç ruhsal durumlara girerek işaretler ve imgeler görmek kolaydı. Kimi şamanlar, kahinler, peygamberler ve ulular vahyin akışını kolaylaştırmak için tütün içmiş, uyuşturucu kullanmış ya da epileptik nöbetler geçirmiştir.

Kısacası insan, bir yönüyle inançları üzerinden insan olmuştur çünkü zihnin nörolojik gelişiminin en önemli aşamalarından biri inanç aşamasıdır.

Tanrı imgesi, her şeye muktedir olan ideal bir varlığın imgesiydi. İnsan, ideal bir varlık olarak düşündüğü tanrısına öykünerek, onun yeteneklerine kavuşarak, onun gücüne ortak olarak güç kazanacağını, başarılı olacağını ve gelişmelere etkide bulunacağını düşünmüştür. İnsanın bu arzusundan kaynaklanan zihinsel tasavvurlar, beyinde nörolojik sıçramalara neden olmuştur.

Homo sapiensle boy ölçüşemeyen Neandertalleri yok oluşa götüren nedenlerden biri de işte onların bu konuda geri olmalarıdır. Neanderteller ölülerini gömüyor, silah üretebiliyor ama yaşamı ve toplumları katmanlaştıracak anlamlar yaratamıyorlardı. O yüzden Neandertaller ilk ateist topluluklardı. Tanrı fikrine kavuşamamak ilk anda olumlu bir zihinsel özellik değildi, aksine insan zihnini kötürümleştiren geriliğinin bir ifadesiydi. O günün inançlı insanı kültürel açıdan ileriydi, tanrı fikrini yaratamayan inançsızlarsa zihinsel açıdan geriydi. Fakat lütfen o günün ateizmini bugünküyle karıştırmayalım…

Insights und Anzeigen ansehen

Beitrag bewerben

Alle Reaktionen:

3Leman Atalay und 2 weitere Personen

Comments (0)

  • Yaşar Çakmaksays:

    Ekim 8, 2023 at 5:04 am

    Aydınlatıcı ve geliştirici bir yazı,,Zihnine ve eline sağlık. Din denildiğinde şu son yıllarda yaşanılanlardan sonra tepem atıyordu ama Yazınızda dinin insanlığın ilerlemesindeki yerini okuyunca biraz daha bu konudaki düşüncelerim değişti teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir