Türk Modernleşmesinin Fikir Babası Şinasi

Türk Modernleşmesinin Fikir Babası Şinasi

MİT müsteşarı İbrahim Kalın, bundan iki yıl önce, Cumhurbaşkanı baş danışmanı sıfatında “150 yıldır bize modernleşme adı altında başkalarının hikayesi anlatıldı. Artık kendi hikayemizi yazma zamanıdır” demişti.[1]

Kalın’ın hedef aldığı 150 yıllık dönem, Türk modernleşmesidir. Daha doğrusu Türk devrim tarihidir; ki bu, 1876’da 1. Meşrutiyetin ilanıyla başlar, sonra 1908’de Jön-Türk devrimiyle yeniden şahlanır ve ardından, 1919’da Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Cumhuriyet Devrimi’yle zirveye oturur.

150 yıllık demokratik devrim mücadelesi, bugün gerici bir dalgayla boğuşmakla birlikte hâlâ devam etmektedir. İbrahim Kalınları rahatsız eden durum, Türk toplumunun, Müslüman toplumlara oranla daha çağdaş ve uygarlık aşamasında büyük bir gelişme kaydetmiş olmasıdır. AKP, İslamcı tarikat ve cemaatlerin asıl amacı, hem ülkeyi başta Arap olmak üzere yabancı sermayeye peşkeş çekmek hem de Türk toplumunu laik yaşam tarzından kalan birikimden bütünüyle koparıp bağnaz dinciliğin ve cehaletin girdabında boğdurmaktır.

Kuşkusuz 1. Meşrutiyet’le başlayan demokratik devrim mücadelesi, gökten zembille inmedi. Bunun düşünsel ve örgütsel bir kökeni vardı.

Bu devrimci geleneği düşünsel ve pratik anlamda başlatan kişi, her ne kadar çok fazla bilinmese de kendinden sonraki kuşakları, özellikle de Namık Kemal’i, Tevfik Fikret’i ve Mustafa Kemal’i derinden etkilemiş olan İbrahim Şinasi’dir.

Yoksul ve kimsesiz bir insanın, sıradan bir devlet memurunun kolay kolay gelemeyeceği makamlara yükselmesi ve o günün toplumunda itibar kazanması olağandışı bir olaydır. İbrahim Şinasi, Fransa’da baş gösteren 1848 devriminin en ateşli dönemlerini bizzat yaşayarak görmüş ve bir toplumun nasıl, hangi araç ve yöntemlerle aydınlanması gerektiğini kavrayarak ülkesine dönmüş bir aydınımızdır.

Fakat önce Şinasilerin düşünce yapısını belirleyen ve kökleri padişah III. Selim ve II. Mahmut dönemine kadar giden tarihsel koşullara kısaca göz atalım…

Avrupa’nın Devrimci Birikiminin Etkisi

1789 Büyük Fransız Devrimi sadece Fransa’yı değil, bütün Avrupa ve Rusya’yı ve hatta Osmanlı toplumunu da derinden sarsmıştı.

Çok kavimli bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, 16. ve 17. yüzyılda etki alanını oldukça genişletmişti. Osmanlı’nın topraklarına göz diken Avrupa’nın yükselen yeni devletleri, en başta İngiltere, Fransa, Habsburg (Avusturya) İmparatorluğu ve Rusya, Osmanlı’yı savaş ve diplomatik ataklarla 1800’lü yılların başlarına kadar geriletmeyi başarmışlardı. 1700’lerin sonlarından itibaren Kırım’ı ve Balkanlar’ın önemli bir kısmını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, sonraki süreçte de girdiği her savaşta yenilgiye uğramaktaydı.
En sonunda 1815 Viyana Konferansı’nda Avrupa devletlerinin gündemine Osmanlı’nın parçalanması anlamına gelen “Doğu Sorunu” girmişti. Aslında Osmanlı’nın çöküşü bir an meselesiydi.
Ülkenin içinde bulunduğu vahim durum ve felaketin gelip kapıya dayanması hem modernist ve ilerici hem de gelenekçi ve gerici çevrelerde endişeye neden olmuştu. Bu durum, toplumun okur-yazar kesimini hareketlendirerek yeni arayışlara sevk etmişti. İlk reform düşüncesi de “savaşların neden kaybedildiği, toprakların neden savunulamadığı ve bu açmazdan nasıl çıkılacağı” yönündeki sorularla gündeme gelmişti.

O dönemde İstanbul’un yönetim burçlarında esen rüzgârın adı “Nizam-ı Cedid” idi; yani Yeni Düzen. Sultan III. Selim, tam da Büyük Fransız Devrimi’nin olduğu yılda (1789) yeni reformları hayata geçirmek için iktidara getirilmişti. Nitekim dünyadaki yeni koşullar, yani insanlığın içinde bulunduğu yeni çağ, Osmanlı’nın tüm sorunlarının da açığa çıkmasına neden olmuştu.

Saray yönetimi, ilk başlarda, sorunun sadece askeri alanla sınırlı olduğunu ve orduda yapılacak birkaç yeni düzenlemeyle sıkıntıların kolayca aşılacağını düşünüyordu. Ama durum sanıldığından çok daha kötüydü. Çünkü ekonomik, bilimsel ve teknolojik sorunlarla birlikte ele alınmayan askeri düzenlemelerin, birkaç on yıl sonra görüleceği üzere, hiçbir yararı olmayacaktı.

Yeni reformlar ancak yeni bir toplumsal düzen, sanayileşmeyi temel alan yeni bir üretim tarzı, bireysel girişimciliği teşvik eden yeni bir mülkiyet yasası ve yeni bir bilimsel-eğitimsel düzenlemeyle kökleşip beklenen faydayı sağlayabilirdi. Osmanlı’nın bu alanlardaki birikimi, Avrupa’nın en geri ülkesiyle bile kıyaslanamayacak kadar geriydi; eğitim denen olay medreselerle sınırlıydı, ekonomik birikimse düzensiz ve başı boş bir üretimden ibaret olan tarım ve hayvancılık ürünlerinden alınan vergilerden ibaretti, siyasal özgürlükler ise lügatte bile yer almıyordu.

III. Selim’in tahta oturmasıyla başlayan reformlar, “ne sanıldığı gibi Doğu’da yükselen bir reform ve demokrasi hareketiydi ne de bireysel girişimin teşvik edilmesiydi.” Ancak yine de yeni padişah, okur-yazar kesimin umut ışığı olmuştu.

Tanzimat Reformlarına Giden Süreç

III. Selim, 1789 yılında ilan ettiği bir fermanla yerel bölgelerdeki bürokratik ve yönetimsel bozuklukları gidermeyi planlamış; yine 1791 yılında yayımladığı ikinci fermanla da ayanları bir kez daha dizginlemeye çalışmış ve onları merkezi otoriteye tabi kılmaya zorlamıştır. Ardından 1792 ve 1793 yıllarında, Rusya ile yapılan barış görüşmelerinden sonra yirmi iki genelge yayımlayarak reform sürecini pratikte başlatmıştır. Birbiriyle bağlantılı olan reformların esas amacı orduyu düzenlemektir ki, bu nedenle reformlar Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adıyla anılmıştır.

Kısa bir süre sonra Rusya’dan destek alan Sırpların isyan etmesiyle birlikte eli kolu bağlanan III. Selim’e bir darbe de 1805 yılında Rumeli’nin tamamında ayaklanan yeniçerilerden gelmişti. III. Selim, 1806’da ayaklanan yeniçerilere tavizler vererek hayatını zor kurtarmıştı.

II. Mahmut (padişahlık dönemi: 1808-1838) ise tarihte, “aydınlanmış despot” olarak yer almıştı; fakat yürürlüğe koyduğu reformların akıbetini kendisi bile göremedi.

O, toplumda kültür ve sanata, eğitim ve bilime önem veren bir hükümdar olarak tanınmıştı. Sonradan birçok devrimci kuşağın yetişmesine ev sahipliği yapacak olan ilk tıp okulunu da (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane-i) o kurdurtmuştu. Tahta oturmasından bir süre sonra, 29 Eylül 1808’de danışma meclisine topladığı ayanlarla (feodal beyler) karşılıklı sorumlulukları ve görevleri saptayan Sened-i İttifak hazırlanmış ve bu antlaşma 7 Ekim 1808’de imzalanmıştı. Bu belge, 1215 yılında imzalanan ve bir bakıma feodal bey ve baronların krala karşı imtiyazını koruyan İngilizlerin Magna Charta’sıyla karşılaştırılır.

Osmanlı’nın adalet yapısında reformlar düşünen, buna uygun kanun ve tüzükler hazırlatan II. Mahmut, Avrupa’dan esinlendiği bir dizi yeniliğe de imza atmıştı. Devlet dairelerinde kılık kıyafet düzenlemesinin yanı sıra, yönetim kurumlarına düzen ve kurallar getirmiş, posta ve iletişim idaresini düzenlemiş, yurttaşlar için nüfus ve pasaport belgeleri düzenletmiş, nüfus sayımı yaptırmış; ayrıca ekonomik ve ticari alanda, özellikle de Türk tüccarlarının gelişebilmeleri için kolaylıklar sağlamış ve bu alanda Avrupa’dan alınmış bazı yeni düzenlemelere gitmiştir. 1800’lerin başlarına kadar Avrupalı diplomat ve yöneticilerle görüşme yapabilecek doğru düzgün yabancı dil bilen bir diplomatımız bile yoktu. Çok kültürlü bir devlet ve ülke olan Osmanlı’nın yönetiminin ne durumda olduğunu bu durum bile ortaya koyuyordu.

II. Mahmut, söz konusu düzenlemelerin yanı sıra tıbbiye ve harbiye okullarının kurulmasını sağlamış, Avrupa’dan eğitmenler getirtmiş, Londra, Berlin ve Paris’e öğrenciler göndertmiş, okutulması için Batılı yazarların eserlerini Osmanlıcaya çevirtmiştir. Görüldüğü gibi, sonradan Cumhuriyet Devrimi döneminde daha köklü bir şekilde uygulanacak olan devrimlerin ve reformların kökeni, II. Mahmut’un hükümdarlık dönemine kadar gitmektedir.

Din işlerine de el atan II. Mahmut, din ve vicdan özgürlüğünü yürürlüğe sokmuş, farklı dini inançların kendi geleneklerini kilise, cami ve sinagoglarda uygulamasını serbest bırakmıştı. II. Mahmut, hangi dine ve milliyete sahip olursa olsun bütün Osmanlı yurttaşlarının can ve mal güvenliğini garanti altına almıştı.

II. Mahmut’un girişimiyle başlatılan reform hareketinin zirvesi, reform komisyonunun hazırladığı ve 3 Kasım 1839 tarihinde Gülhane Parkı’nda ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla taçlandırılmıştı. II. Mahmut’un başlattığı reform hareketi, sonradan İngiliz ve Fransız sefirlerinin de devreye girmesiyle kısmi bir bozulmaya uğramıştır.

Osmanlı’nın gelişmesi için başlatılan yerinde ve zorunlu reformlar, en sonunda yabancı uyrukluların ve gayrimüslimlerin hak ve imtiyazlarını dış devletlerin, özellikle de İngiltere, Fransa ve Rusya’nın denetimine teslim eden bir hezimete dönüşmüştü.

Yeni Osmanlı Hareketi

1859 yılında, Osmanlı’nın yeniden derin bir krize yuvarlandığı süreçte birbirine karşıt konumlanan toplumsal kuvvetler de adım adım siyaset sahnesine çıkmaya başlamışlardı.

Asıl hamleyi yapan güçler, reformlara uzak duran ve bunları yabancıların bir geleneği olarak gören muhafazakâr çevrelerdi. Muhafazakâr çevrelerin siyasi hareketi olarak bilinen Fedailer Cemiyeti, padişahı bir saray darbesiyle tahtından indirip danışmanlarını saraydan kovmayı amaçlıyordu ki bu olay tarihe Kuleli Vakası olarak geçecektir.

İkinci muhalif grupsa, ilerici çevrelerden oluşuyor ve Yeni (Genç) Osmanlılar olarak biliniyorlardı. Bu çevre esas olarak padişahın yetkilerini sınırlamak hatta onu sembolik alana hapsetmek ve mümkünse danışma kurulu ile padişahtan bağımsız bir hükümet kurmak peşindeydi. Genç Osmanlıların girişim ve amaçları, geçmiş dönemde görülen reformcuların amaçlarına benzemiyor, onlar devlet ve toplum hayatında köklü değişiklikler planlıyorlardı. Niyazi Berkes’e göre “Onlar, esas olarak Aydınlanma hareketinden etkilenmiş ve geç de olsa bu hareketin siyasi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan milliyetçilerdi.”

Reformların en büyük yararı, tıbbiyede ve askeri okullarda görülmüştü. Nitekim ilerici ve devrimci fikirlerin, öğrenci ve aydınlar arasında geniş bir taraftar kitle bulması ya Avrupa’ya giden Türk mülteciler ya da Türkiye’ye kaçan yabancı mülteciler sayesinde olmuştur. Bu mültecilerden ikisi de büyük şairimiz Nazım Hikmet’in büyük dedeleri Müşir Mehmet Ali Paşa ile Türk dili kültürü üzerine ilk ve muazzam bir kitap (Eski ve Yeni Türkler) kaleme alan Mustafa Celalettin Paşa’dır.[2] Yurtdışından dönen öğrenciler (Şinasi vb.) ve öğrencileri eğitmek için gelen yabancı eğitmenler, devrimci fikirlerin yanı sıra yazılı eserler de getirmişlerdi. Avrupa’ya gönderilen gençler, bir süre sonra kafalarında Avrupa’nın siyasi ve kültürel hayatından edindikleri fikir ve siyasal amaçlarla dönmüşlerdi. Dönenler bir süre sonra sadece yakın çevrelerini değil, modern okullarda okuyan genç kuşakların çoğunluğunu da etkileri altına almışlardı.

Genç Osmanlılar, Batı uygarlığının siyasi, ekonomik ve bilimsel kazanımlarını ülkeye taşımak istiyordu. Belki onlar, Büyük Fransız Devrimi’nin “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” ideallerini henüz benimsememişlerdi fakat ülkenin bağımsızlığına ve egemenliğine önem veriyorlardı. Bu yüzden Genç Osmanlılar, Tanzimatçılara hep mesafeli durmuşlardır. Onlara göre Tanzimatçılar, hem sömürü olayını anlamıyorlardı hem de kendi kültürlerine yabancılaştıkları için sadece bir üst tabaka meydana getirmek istiyorlardı.[3]

Çağın ilerici fikirleri, tam da beklenildiği gibi reform hareketinin başlatıldığı yerlerde bir taban bulmuştu: Askeri okullar, Tıbbiye ve Harbiye. Okullarda okutulan eserlerin büyük bir çoğunluğu İngilizce, Almanca ve Fransızcadan tercüme edilmiş kitaplardı. Bu kitapların yazarlarının Avrupa’da Aydınlanma hareketini başlatmış olan aydınlar olacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.

İstanbul Tıbbiyesi’ni yabancı bir konuk sıfatıyla ziyaret eden MacFarlane, kitaplığı incelemiş ve kitapların çoğunun Fransızcadan çevrildiğine tanık olmuştu. Ancak bu kitaplar arasında Fransız Devrimi’ni hazırlayan ve onun da hiç hazzetmediği Aydınlanma filozoflarının eserlerinin bulunması kendisini hayrete düşürmüş, bunu şu sözlerle ifade etmişti: “Çoktan beri bu kadar düpedüz materyalist görüşler içeren kitaplardan oluşan başka bir koleksiyon görmedim…

Genç bir Türk oturmuş, dinsizliğin elkitabı olan System de la Natu- re’ü (Baron d’Holbach’ın ünlü eseri) okuyordu; bir başka öğrenci Diderot’nun Jacques le Fataliste’si ile Le compere Mathieu’den parçalar okuyarak marifetini gösteriyordu… Raflarda Cobanis’nin, Rapports du physique et du moral de l’homme adlı eseri göze çarpacak bir yere konmuştu.”[4] Tabii kitaplıkta sadece d’Holbach, Diderot ve Cobanis’nin değil, aynı zamanda yeni sınıfları devrime çağıran Rousseau’nun, Jean Meslier’in, La Martine’in ve diğer filozofların kitapları da bulunuyordu. 19. yüzyılın sonlarından itibaren bu kitaplığa Ludwig Büchner’in, Clausewitz’in, Comte’un, Mazzini’nin ve diğer yazar ve düşünürlerin kitapları da eklenecektir.

Genç Osmanlıların Fikir Yapısı

Bu okullarda okuyan gençlerin Fransız Devrimi’nin dünyaya saçtığı adalet, özgürlük ve eşitlik fikirlerinden etkilenmemesi mümkün değildi. İşte Şinasi, bu fikirleri Osmanlı topraklarında savunan ve yayanların başında gelir.

Gerici bir ayaklanma olan Kuleli Vakası’ndan (1859) sonra geri plana çekilen Genç Osmanlılar, halkı aydınlatmak için kendilerini daha çok eğitime, kültür ve edebiyata vermişler; sanat ve edebiyatta toplumsal sorunları öne çıkarmaya başlamışlardı. Şiirde ise ileri özgürlük, aydınlanma ve adalet gibi kavramlar kullanılmaya başlanmıştı. Saray edebiyatının yerini adım adım halk edebiyatı almaya başlamıştı. İlk yerli şiirler de Şinasi’den gelir.[5]

Ancak buna rağmen despotik rejimin siyasi kovuşturmalarından ve zindanlarından kurtulamamışlardır. Bir komplo kurdukları gerekçesiyle kovuşturmaya uğrayan Genç Osmanlılar’ın önder kadrosu, sonunda Londra, Cenevre ve Paris’e kaçmak zorunda kalmıştır. Orada Hürriyet ve Şafak isimli gazeteler çıkararak gizlice ülkeye sokmaya çalışmışlardır.

O dönemde 300 üyesi olduğu iddia edilen İttifak-ı Hamiyet Cemiyeti’nin yani Genç Osmanlılar’ın bazı üyeleri şunlardır:

İbrahim Şinasi (1826-1871) –Aydınlanma ve laiklik mücadelesinin uzlaşmaz savaşçısı olarak bilinirdi.

Mustafa Reşid Paşa ile birlikte de çalışmış ve bürokrat bir aileden gelen ünlü edebiyatçı ve şair Namık Kemal (1840-1888).

Şair, edebiyatçı ve devlet adamı Ziya Paşa (1825-1880).

Ve uzun yıllar –sadrazamlık da olmak üzere– Osmanlı Devleti’nin çeşitli kademelerinde görev üstlenmiş olan Mithat Paşa (1822-1884).

Güney Sırplarının bağımsızlık mücadelesine girişmesi üzerine derin krize giren Osmanlı’da inisiyatif, 1870-71 yıllarında ülkeye dönmüş olan Genç Osmanlılar’a geçmişti.

Ne yazık ki iktidara gelen Genç Osmanlılar’ın ve aydınların halk içinde güçlü dayanakları yoktur, bu nedenle de devrimin kazanımlarını koruyamamışlardır. Hileleriyle ünlü Sultan II. Abdülhamit, tahta çıkar çıkmaz reformcu devlet adamlarını hükümetten uzaklaştırmakla kalmamış, meclisi de süresiz olarak kapatmıştır. Meclisin yeniden açılması ise tam 32 yıl sonra mümkün olacaktır.

Böylece devrim yenilgiye uğramış, Zulüm ve İstibdat dönemi başlamıştır…

İbrahim Şinasi (1826-1871)

İbrahim Şinasi, Osmanlı’da demokratik devrim geleneğini başlatmış olmakla birlikte ülkemizde hakkında çok az şey bilinen önemli aydınlarımızın başında gelir. Ne yazık ki o çok genç yaşta (1871) hayata gözlerini kapamıştır. Fakat buna rağmen modernleşme bayrağı, önce Namık Kemal’e, ondan Jön-Türk hareketine ve onların üzerinden de Atatürk ve Cumhuriyet kuşaklarına ulaştırılmıştı.

O, sadece Osmanlı’nın toplumsal geriliğini fark eden değil, aynı zamanda geriliğin alt edilmesi için çözüm önerileri de sunan, bunun için girişimlerde bulunan ve yaratıcı tavırlarıyla örnek olan bir aydınımızdır.

1826 yılında İstanbul-Cihangir’de doğan Şinasi’nin babası, topçu yüzbaşı olan Bolulu Mehmet Ağa’dır. Annesi Esma Hanım ise İstanbullu bir aileye mensuptur. Babası onun doğumundan birkaç yıl sonra Rus-Osmanlı savaşında şehit düşer. Babasını görmemiş olması ve babasının mezarının “yaban ellerde” kalması Şinasi’yi psikolojik açıdan derinden etkilemiştir. O, 1851’de annesine Paris’ten yazdığı bir mektupta, “eğer felek müsaade ederse merhum pederinin mezarını İstanbul’a getireceğine”[6] dair söz verir ama ne yazık ki ömrü bunu gerçekleştirmeye yetmez.

Dul maaşıyla kıt kanaat geçinmeye çalışan Esma Hanım, oğlunun üstün bir zekaya sahip olduğunu fark ederek onun eğitimiyle özel olarak ilgilenir. Şinasi yine aynı mektupta annesine özellikle bu nedenle minnettar olduğunu şu sözlerle ifade eder: “Lakin hakikatte hep senin sayendedir; zira beni okutturup, yazdırtan; senin hakkını bin yıl yaşasam ödeyemem; senden başka kimsem yoktur!”

Şinasi, akraba ve dostların yardımıyla önce Tophane’de bulunan Sibyan Okulu’na kaydedilir. Okulu başarıyla bitirince de aynı bölgede bulunan Tophane Müşiriyeti Mektubi Kalemi’nde staja başlar. Bu kurum, yüksek derecede memur olacakların gittikleri ve staj gördükleri bir kurumdur. O amirlerinden Farsça ve Arapça sonraki yıllarda ise Müslümanlığa geçmiş olan bir Fransız’dan Fransızca öğrenir.

Dil ve Kültürel Yetenekleri

Bu kadar kısa bir sürede çok sayıda dil öğrenen Şinasi, ona hayat boyu hamilik yapacak olan sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın dikkatini çeker. Sinaşi, saraydan alınan özel izinle okumak üzere burslu olarak Fransa’ya gönderilir.

Paris’e vardığında Avrupa’yı derinden sarsan 1848 burjuva devriminin kültürel ve siyasal etkisi hala devam etmekteydi. Beş yıl Paris’te kalan Şinasi, bilim, eğitim ve edebiyat alanında kendini oldukça geliştirir ve birçok alanda deneyim kazanır.

Hatta Fransız edebiyatında beklenmedik ölçüde hızla yetkinleşir. Fransa’nın ünlü yazar ve düşünürleriyle özel dostluklar kurar. Avrupa’da ibn Rüşd’ün yeniden tanınmasını sağlayan düşünür Ernst Renan ve ünlü şarkiyatçı Sylverstre de Sacy ve oğlu Samuel’le sıklıkla evlerine girip çıkacak kadar dostluklar geliştirir.

Fransızcadan öyle başarılı çeviriler yapar ki 1851’de, o henüz 25 yaşında genç bir şairken Fransa’nın önemli kurumlarından olan Societe Asiatique’e üye olarak kabul edilir. Bu bile onun Paris’te yazar ve düşünürler arasında ne kadar tanındığını kanıtlar.

Bir yıl sonra da İstanbul’da yaşayan hasta annesini kaybeder…

1852’de hasta annesine acılı ifadelerle dolu şu mektubu yazar: “Gerekirse borç harç ederek tedavini yaptıracağım… Senden başka hiç kimsem yok benim, beni yalnız bırakma.”

Şinasi 1854’te yeniden İstanbul’a döner. Göze çarpan eğitimi ve birikimi sayesinde bugünkü eğitim bakanlığıyla kıyaslanabilecek Eğitim Kurulu’nun yönetim kuruluna seçilir. Hatta onun Osmanlı’nın bir tür bilimler akademisi olan Encümen-i Daniş’e seçildiği de ileri sürülür fakat bu bilgiyi doğrulayacak kayıtlar bulunamaz. Maliye bakanlığında da görev üstlenmesi istense de o bunu kabul etmez.

Şinasi’nin hızla devlet katında yükselmesini sağlayan sadrazam Mustafa Reşit Paşa’dır. Reşit Paşa azledildiğinde Şinasi de işten atılır. Reşit Paşa, yeniden sadrazamlığa atandığında, Şinasi de yeniden eski görevlerine getirilir. Ne yazık ki Reşit Paşa 1858’de hayatını kaybedince Şinasi’yi o makamlarda koruyacak hiç kimse kalmaz. Paris’ten döndüğünde “sakalsız oluşu bahane edilerek” görevine iade edilmez.

Solcuların sakalla imtihanı hep sorunlu olmuştur. 1980 darbesinden sonra Kenan Evren de sakal bırakmış solcu hocaların üniversitelerden atılmasını emreder…

Sinaşi’nin Aydınmacılığı

Şinasi’nin 1856’dan itibaren kendini tamamen çeviri işlerine, gazeteciliğe ve edebiyata verdiğini görüyoruz. Şinasi’nin amacı, Doğu’nun toplumsal birikimi ve olgunluğuyla Batı’nın yeni düşünce dünyasını bir sentezde birleştirmektir. Yazılarında bu sentezin ipuçlarını görüyoruz.

Rus modern edebiyatı açısından Puşkin neyse, bir bakıma Şinasi de modern Türk edebiyatı açısından odur. Ancak etkisi ve eserleri yıllar içinde görmezden gelinmiş ve unutturulmuştur.

Şinasi’nin modern Türk edebiyatına katkısını Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle ifade eder: “Yeni dünya görüşü içinde kendimizi bilmeyi ona borçluyuz.”

Nihat Sami Banarlı ise şunları söyler: “Yeni edebiyata, gazete makalesi yazarak; şiire Avrupai fikirler katarak, Fransızcadan şiirler çevirerek, edebi ve toplumsal eleştiri amacıyla yazılar kaleme alarak, hatta halka onun dilinde ve onların anlayacağı bir üslupla hitap ederek, ilk tiyatro eserini kaleme alarak yeni dönemi Şinasi başlatmıştır.”[7]

Osmanlı’da ilk Türk tiyatro eserini (Şair Evlenmesi) yazan Şinasi’dir. Aslında bu eser, Türk evlilik geleneklerine eleştirel yaklaşan bir komedidir. Türk şiirine ilk kez toplumsal anlam kazandıran da Şinasi’dir.[8]

Osmanlı topraklarında sahibi Türk olan ilk Türkçe gazeteyi Şinasi çıkarır. Osmanlı tebaasından olan Gayri-Müslimlerin uzun bir süredir kendi dillerinde gazete çıkardıklarını fakat “millet-i hakimiye” diye sıfatlandırdığı Türklerin ise bu konuda herhangi bir girişimde bulunmamalarını ne kadar yadırgadığını ilk başyazıda ifade eder.[9] 6 ay boyunca Tercüman-ı Ahval (1860) gazetesinin yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını o üstlenir. Sonra kendi gazetesini, Tasvir-i Efkar’ı yayımlar. Gazeteyi beğenen Padişah Abdülaziz ona 500 altın bağışta bulunur fakat o, tıpkı bir yüz yıl önce büyük filozof J.J. Rousseau’nun Fransa kralının bağlamak istediği ömür boyu maaşı reddetmesi gibi, “benim bu kadar parayla yapacak herhangi bir işim yoktur” diyerek reddeder.[10]

Şinasi, o tarihten itibaren yayınlanacak olan bütün gazetelere örnek-tip yaratmış bir insandır. Şinasi, ilk kez Osmanlı topraklarında gazeteciliği aydınlanmanın bir aracı haline getirerek yayın faaliyetine standart getirmiştir.[11] “Madem ki toplumsal koşullarda yaşayan halk, yasalarla belli bazı sorumluluklar üstlenmiştir; o halde onun da zihnen ve yazı yoluyla ülkesinin menfaatini yasal imkanlar çerçevesinde ortaya koymaya hakkı bulunmaktadır… Eğitim yoluyla zihni açılmış (aydınlanmış) olan halk, söz konusu zihni ürünlerini politika gazeteleri aracılığıyla göstermelidir.”[12] Tefrikalar yayınlamak, abonelik sistemini hayata geçirmek, başyazarlık müessesesi, özel basım teknikleri yaratmak hep onun eseri olmuştur. Hatta Şinasi’nin gazete basımında kullanılmak üzere özgün basım teknikleri ve özgün harfler (günümüzde buna hurufat veya font deniyor) yarattığı da belirtilmektedir.

Osmanlı’da ilk dil tartışmasını da o yapmıştır.

Fakat sonra düzmece ifade ve iddialarla (ilerici bir şahıs olarak bilinen Said Sermedi ile dostluğu bahane edilerek), Kuleli Vakası olarak bilinen gerici ayaklanmayla ilişkilendirilmiş ve hapse atılmak istenmiştir.[13] Bunun üzerine 3 yıldır yayınladığı kendi gazetesini Namık Kemal’e devrederek Paris’e gönüllü sürgüne gitmiş, orada da boş durmamış, hayatının sonuna kadar üzerinde çalıştığı bir Türkçe sözlük hazırlamıştır.

Şinasi’nin Fransızcadan çevirdiği birçok şiirin yanı sıra toplam 5 gazel ve kaside de kaleme almış. Bunların dördü Reşit Paşa’ya övgüdür çünkü Şinasi, Paşa’nın şahsında yeni toplumun istediği yeni insan tipini görmektedir.

Şinasi’nin kültür ve siyasi hayatı üç alanda başarı gösterdi:

Birincisi, eski saray edebiyatını tahtından indirerek onun yerine ilerici edebiyatı inşa etti. Yani soyut, süslü sözcüklerle dolu, Arapça ve Farsça terimlere bezenmiş edebiyatın yerine, sade, somut hayatın sorunlarını işleyen toplumsal gerçekçi bir edebiyatın temellerini attı.

İkincisi, halka, onun dilinde hitap ederek ve onun sorunlarını edebiyatın ve gazeteciliğin sorunları haline getirerek hem insanları aydınlattı hem de genç aydınlara geniş bir ufuk kazandırdı.[14]

Üçüncüsü ise aydınlara sömürgeleştirilmeye doğru hızla yol alan Osmanlı’nın yüzdüğü tehlikeli suları göstererek halka vatan sevgisini aşılamanın; özgürlüğün önemini kavratmanın, yeni ve demokratik bir kültürün ne kadar önemli olduğunu kavrattı.

Şinasi yazı ve şiirlerinde sıklıkla hürriyetten bahseder; toplumun gelişebilmesi için hak ve adaletin önemini vurgular; yasa ve eşitliğe değinir; medeniyet, vatan, millet ve cumhur gibi yeni sosyolojik kavramaları Türkçeleştirerek tanıtır.

Namık Kemal’lerin, Ziya Paşa’ların o dönemde kaleme aldıkları gazellerin, şiirlerin ve özellikle yeni bir toplumsal özlemi ifade eden ütopik tasarılarının onun düşünsel etkisi altında yazıldıklarını hemen görebiliyoruz.[15]

Şinasi ve Laiklik

Şinasi’nin Türk aydınlanmasına katkısı sınırsızdır. O, Aydınlanma’nın en önemli unsuru olan laiklik kavramını hiçbir yerde kullanmaz fakat düşüncesinin her zerresinde laiklik fikri yerleşiktir. Onun amacı bireylere yurttaş bilincini kavratarak toplumu aydınlatmak, geleneksel tarikat-cemaat-padişah ile mürit ve tebaa ilişkisini ortadan kaldırarak zihinlere özgürlük ve adalet duygusunun yerleşmesini sağlamaktır. Bu bağımlılığı kaldıramasa bile zayıflatmaktır. Onun Osmanlı toplumu açısından yeni olan gazetecilik mesleğini yaygın bir aydınlatma aracı olarak tasavvur etmesi ve kullanması da tesadüf değildir. O siyasetle felsefeyi, edebiyatla sanatı iç içe geçirerek kullanır. Felsefenin bilgi kuramından hareketle gerçekliği şöyle tarif eder: “gerçeklik, bir tarikat hocasının irfanından değil, soyut kavramların kendi iç yapısından çıkarılmalıdır.”[16]

Yazı, gazete ve kitabın kültürel değişimdeki rolünü önemsediği için Şinasi, bütün zamanını halkı aydınlatma çabasına hasretmiştir.

Şinasi’nin üzerinde durduğu iki önemli kavram vardır ki bunlar sonradan, II. Abdülhamit döneminde, çok dile gelecektir: zulüm ve esaret. Kant gibi o da Aydınlanmayı “bilginin, aklın denek taşına başvurulması” olarak tarif etmektedir. Kant insanın aydınlanamamasının nedenini, onun kendi kabahati olan edilgenliğinde görmekteydi. Şinasi de aynı mantığı devam ettirerek zulmün ve esaretin nedenini “akılsızlıkta” yani toplumsal cehalet ve bağnazlıkta görmektedir.

Şinasi, “insanın doğuştan özgür olduğunu” savunur. Böylece onun Osmanlı aydınları içinde ilk kez “doğal hak ve hukuk” kavramlarından hareketle özgürlüğü tanımladığını görüyoruz.

Şinasi’ye göre “Tanrı insanı özgür yaratmış, onun özgür kalmasını istemiştir… Tanrının istediği doğrultuda yürümek, ancak akılla mümkündür… Onun bizlere en büyük nimeti olan hürriyetimize de ancak aklımızla sahip çıkabiliriz.”[17]

Yine bir başyazısında insana aklın ve dilin Tanrı tarafından bahşedildiğini, bunu da fikir ve sözle ortaya koymak gerektiğini şu sözlerle vurgular:

“Değil mi Tanrının ihsanı akl ü kalb ü lisan

Bu lütfu etmelidir fikr ü şükr ü zikr insan.”[18]

Görüldüğü gibi Şinasi, her şeyden önce Osmanlı’da mevcut insan tipinin akıl ve ifade özgürlüğüyle dönüştürülmesini arzular. Bu kuşkusuz Aydınlanmanın eseri olacaktır.

Şinasi’nin aklın yanı sıra önem verdiği bir diğer kavram da bilgidir. Çünkü bilgi insanı uygarlık seviyesine çıkaracaktır. Düşüncelerine nüfuz eden felsefe incelendiğinde görülecektir ki Şinasi ne bir eksik ne bir fazla tam bir Türk Aydınlanmacısıdır. Ona göre düşünür, kurmak istediği toplumu ve yaratmak istediği insan tipini bizzat kendisi kurmalı ve yaratmalıdır. Şinasi şunları söyler: “Hakkın ve adaletin düşmanı yine insanlardır. Böyle durumlarda kalem ve kılıç onun koruyucusu olur.”[19] Bu cümleden de görüldüğü gibi Şinasi, hem kaderciliğe karşı çıkar hem de gerekirse isyan etmeyi (kılıçla savunmak) bir hak olarak görür. Böylece yaşananların toplumsal koşullardan ve insan ilişkilerinden kaynaklandığını anlatmak ister. Bir bakıma “kalem ve kılıç”la yürütülen mücadeleyi, toplumsal ilerlemenin zorunlu yasası olarak da görmüş olur. Yine ona göre “kalem ve kılıç aklın katibi [aydınlar, filozoflar] ve celladıdır [teşkilat, parti, ordu].”

Nitekim bir sonraki devrimci kuşağın bu uyarıyı ciddiye aldığı ve bu bilinçle hareket ederek 150 yıllık demokratik devrim tarihini inşa ettiğini görüyoruz.

Türk Aydınlanmacıları

İlerleyen süreçte karşılaşacağımız aydın tipinin, örneğin Namık Kemal, Ziya Paşa, İsmail Gaspıralı, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal vd Aydınlanma meşalesini kavrayarak halkı ona bizzat önderlik ederek aydınlattıklarını göreceğiz.

Türk aydınları, bu çabayı Şinasi’den sonra bir görev bilmiştir. Şinasi’ye göre Türk aydını kahraman olmalıdır. Kahramansa en başta “kendi nefsini yenen, şahsi çıkarlarının üstüne çıkabilen, insanlığın kurtuluşuna yoğunlaşan, toplumu eğitip dönüştürendir.”

Toplumlarda kahramanlar ilahi kıvılcım taşırlar. Sanatçı “Asya’nın aklı piranesi (derin tecrübe) ile Avrupa’nın bikri fikrini (ilk düşünce)” birleştirendir. Işık, bilinçlenme ve Aydınlanma Şinasi’nin en çok kullandığı terimlerdendir.

Şinasi’ye göre “bir milletin içinde bulunduğu durum, onun idare şeklinin bir ifadesidir. Devlet ve hükümetler, yarattıkları durumdan mesuldürler. Her devlet ve hükümet, sırtlamış olduğu sorumluluğu ve yükü, halkı yönetime katarak bir ölçüde hafifletmiş olacaktır. Baskıcı yönetimlerse her türlü yetkiyi kendinde toplayarak sorumluluklarını artırırlar. Şinasi, kaderciliğe ne kadar çok karşı çıkıyorsa aklın önemini de o kadar sık vurgular. Yazdığı her dizede akıl ve aydınlanma cevheri parlar.

Bir kasidesinde şunları yazar: “Akıldır iyiyi kötüden ayıran. Akıl insanın fark etmesini sağlayan ışıktır. Tıpkı güneşin, ışığının renkleri ayırt etmemizi sağladığı gibi, insan aklı da iyiyi kötüyü görmeyi sağlar.” Mutezile gibi akılcı mezheplerden güçlü bir şekilde etkilendiğini gördüğümüz Şinasi, insanın her konuda akla başvurmasını, özgür iradesine sahip çıkmasını şöyle vurgular: “Toplumsal varlık olan insanın ihtiyaçları akılla belirlenir. İnsanın istek ve amaçları ise fikirle ortaya konur.”[20]

Sanki büyük İslam düşünürlerinden ibn Tufeyl, David Hume ve er-Ravendi konuşuyormuş gibi, Şinasi de Deizm anlamına gelen şu sözleri söyler: “Ezelden beridir durmadan yaratan Tanrı’nın eserleri kitapsız da görülebilir… Ne yazık ki cahil kişiler, istediği şekilde kötülük ve fesatlık yaparak yaptıklarının kötü sonucunu Tanrı’nın takdiri sayar.” Deizmin bir başka ifadesi ise şudur: “Halkın kader dedikleri Tanrı’nın isteğidir. Çünkü o bizi ezelden beri davranışlarımızda özgür bıraktı.”[21]

Aklın ve özgür iradenin gerçekleşmesi için topluma yasal hak ve adaletin hükmetmesi gerekir. Böylece her aşamada suiistimallerin önüne geçilebilecek, “hak güçlünün değil, haklının olacaktır.”[22] Tercüman-ı Ahval’da düşünce ve ifade özgürlüğüne ilişkin şunları yazar: “Madem ki bir sosyal toplulukta yaşayan halk, bunca yasalar üzerinden sorumlu tutulmaktadır, o halde bunları söz ve kalemle savunmaya hakkı ve sorumluluğu da olacaktır.” Yine bir başka yerde ise şunların altını çizer: “Akıl sahiplerinin bazıları [filozoflar, peygamberler, şefler], bu hakka ve adalete dindarlık diye isim koymuş. Ancak gerçek şu ki onunla [dindarlık] arzuların ve isteklerin boğazına zincir vurulmuştur.”[23] Şinasi bununla peygamberlerin ve filozofların dindarlık adı altında halkı nasıl itaate ve köleliğe zorladıklarını ifade etmiş olur. Ayrıca bu cümle, filozof Rousseau’nun “İnsan özgür doğar, fakat toplumlar onları zincire vurur” cümlesiyle bire bir aynı değil mi? Görüldüğü gibi Şinasi’nin her cümlesinden ve kullandığı kavramlardan, modern Aydınlanma felsefesinin ışığı yansır.

Şinasi, sadece bir Aydınlanmacı değil, aynı zamanda diyalektik düşünme tarzını da benimseyen bir düşünürdür. Diyalektik ilkeyi şu sözlerle açığa vurur: “Her nefes alış veriş, ölümün yaklaştığını gösterir.” Ya da şu cümleler: “Karanlık gece ile ışığı fazla olan gündüz aslında bir gün olduğu halde aynı değil, iki ayrı şeydir… Görünüşe değer verenler, biçim ile manayı [öz] bir kabul ederler. Gökteki ayın ve güneşin yuvarlaklığı bir gibi görünür ama onların her ikisi ayrı ayrı şeylerdir.”

Burada Şinasi, diyalektik kavrayışın ilkelerini, yani “zıtların birliği” veya “birin ikiye bölünmesi” ilkesini benimsediğini görüyoruz. Aynı şekilde şu cümle: “Senedi batıl olur, batın olan divanın.”[24]


[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ibrahim-kalinin-modernlesme-adi-altinda-baskalarinin-hikayeleri-anlatildi-paylasimina-tepki-yagdi-1755110

[2] Mustafa Celalettin Paşa’nın kitabı için bakınız: https://sadikusta.com.tr/nazim-hikmetin-polonyali-buyuk-dedesi-kimdi/

[3] Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi-Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s.10, 11.

[4] Fransız Aydınlanmacılarının yanı sıra Alman ve İngiliz aydınlanmacıların eserlerinden bölümler okumak ve yaşamlarını tanımak için lütfen şu kitaplara bakınız: Sadık Usta, Dünyayı Değiştiren Düşünürler, c2, c.3, c.4, Kafka Kitap, 2019.

[5] Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s.21.

[6] Mehmet Kaplan, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, c.I, Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul, 1974, s.509.

[7] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, II. C, MEB, İstanbul, 1998, s.858.

[8] Hikmet Dizdaroğlu, Şinasi, Varlık Yayınları, İstanbul, 1982, s.12.

[9] Mehmet Kaplan, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, c.I, s.511.

[10] Nihat Sami Banarlı, II. C, s.861.

[11] Mehmet Kaplan, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, c.I, s.511.

[12] Aynı yerde.

[13] Aynı yerde.

[14] Mehmet Kaplan, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, c.I, s.511, 5

[15] Sadık Usta, Türk Ütopyaları-Osmanlı’dan Günümüze Özgürlüğü Düşlemek, Kafka Kitap, 2022.

[16] Şerif Mardin, s.86.

[17] Osman Nuri Ekiz, Şinasi, Hayatı, Sanatı ve Yazıları, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1985, s.64.

[18] Tercüman-ı Ahval Gazetesi, 22 Ekim 1860. Akt. Mehmet Kaplan, s.511.

[19] Age, s.84.

[20] Age, s.67.

[21] Age, s.83.

[22] Age, s.68.

[23] Age, s.84.

[24] Age, s.127.

Comments (0)

  • Raife Karataşsays:

    Temmuz 11, 2023 at 3:17 pm

    Türk Aydınlanmasının geldiği can yakıcı günümüzden, ilk ışıklarının yakıldığı köklerine yolculuk yaptıran değerli ve bir o kadar zengin kaynaklar eşliğindeki yazınız için sağolun. Eğitim ve kültür hayatımız, batı kompleksi/hegemonyasından, dinci/bağnaz format arasında savrulmaktan acaba kurtulabilecek mi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir