Tarihte Büyü, Din ve Tanrı İnancı Toplumsal Geriliğin İfadesi Olarak mı Ortaya Çıktı?

Tarihte Büyü, Din ve Tanrı İnancı Toplumsal Geriliğin İfadesi Olarak mı Ortaya Çıktı?

Aylardır din ve İslam hakkında yazılmış kitaplar okuyor ve notlar alıyorum…

Neredeyse bütün bu yerli ve yabancı yazarlarda (adlarını
yazmayayım, ister dindar ister ateist olsun) din ve Tanrı inancı konusunda
temel bir yanlış düşünce hakim. Her iki kesim de din ve Tanrı inancını
tarihselliğinden (insanın ve toplumların gelişmesinin aracı olması) koparıyor.
Buna Marksist olduğunu söyleyenler de dahildir. Gerçi marksist olduğunu
söyleyen yazarlar, genel anlamda din ve Tanrı inancının tarihselliğini kabul
edip, bunların “çıkış anlarında olumlu roller oynadıklarını ancak sonraki
süreçte egemen sınıflar tarafından istismar edilerek, baskı, sömürü ve
gericileşmenin araçlarına dönüştürüldüklerini” belirtiyorlar. İk anda “doğru”
gibi gözüken bu sözler bile aslında metafizik, yani gerçekliği-tarihselliği
sonuna kadar düşünülmeden öylesine gelenekten öyle öğrenildiği için ortaya atılan
laflardır.

 

Düşünürler…

İslamcı çevre ya da inananlar, Tanrıyı her şey olarak görür, alemi onun meydana
getirdiğini, insanı ise kendi suretinden yaratarak yeryüzünü onun hizmetine
verdiğini tartışmadan kabul eder. Tanrı insanlara, ahlaklı, erdemli ve vicdanlı
olsunlar diye dini, daha doğrusu kutsal kabul edilen kitaplar göndermiştir.
Evrenin ve dünyanın yaratılışı, yaşları, dinlerin usullerinin ve ilkelerinin
neden belli tarihsel dönemlerle sınırlı olduğu; mucizelerin bilimle
uyuşmazlığı, her aklı başında insanın kolaylıkla itiraz edebileceği veya
çürütebileceği örneklere ve olaylara başvurulması gibi tartışmalar onları
ilgilendirmiyor. Hatta son yıllarda bilimsel gelişmeyi Kuran’la açıklama yoluna
giderek bilimi dinle uzlaştırmayı amaçlayan çabalar vardır fakat temelde onlar
da birçok soruya bilimsel yanıt vermekten uzaktırlar. Ayrıca bunlar bilime,
akla ve sorgulama yöntemlerine başvuran toplum ve devletlerin neden
yükseldiğini, din ve gelenek vurgusu yapan devlet ve toplumların neden
gerilediklerini bir türlü anlayamıyorlar. 

Ateistler ise dinleri hep baştan itibaren kötü görür, adeta
din=şeytan diye kestirmeden bir kanaate varır insan aklının kötürümleşmesinin,
dinle ortaya çıktığını söyleyip dururlar.

Dinlerin artık günümüzde baskı ve sömürünün aracı haline
getirilmiş olmasını tartışmıyoruz. 7. yüzyılın geleneklerini 21. yüzyıla
taşımanın yaratacağı felaketi tartışmıyoruz, amacımız din ve inancın nasıl ve
hangi amaçla ortaya çıktığını araştırmak ve bunu yaparken de bilimselliği elden
bırakmamaktır.

Şimdi soruyu bir de tersten soralım. Büyücülük, totemcilik, din
ve Tanrı inancı, acaba çıktıkları anda gerçekten insanoğlunun çaresizliğinin,
yetmezliğinin, bilim dışılığının, geriliğinin, ezikliğinin bir ifadesi miydi?

Örneğin secdeye varmak eylemi.

Sanıldığı gibi bu, sadece tevekkül, itaat, teslimiyet,
çaresizlik, edilgenlik midir? İlk çıkış anlarında bu, doğadan verim almak,
toprağı, avı, üretim faaliyetini bereketli kılmak için insanın bir irade
beyanı, umudu diri tutarak enerjiyi gücü ve yetenekleri bir noktada toplama
tavrı olarak görülemez mi?

Ya da tapınak inşa etme eylemini alalım: Tapınakların ilk anda
insanların boş işlerle meşgul edilmesi, düşüncenin köleleştirilmesi, fiziksel
eziyetin uygulanması, insanların sömürülmesinin ve aldatılmasının ilk eylemi
olarak değerlendirilebilir.

Peki bunu bir başka şekilde yorumlamak mümkün değil mi? Örneğin
dağınık toplulukların (hort) belli bir merkezde ve yerleşim yerinde
yoğunlaşması, ortak bir noktada irade ortaya koyması, üretimin örgütlenmesi,
belli bir nizam ve faaliyet ekseninde insanın tasarım alanında yetkinleşmesi
(inşa etmek ustalaşmaktır) ortak bir amaç uğruna hiyerarşik düzene girmesi,
yaşamına nizam vererek doğa ve çeşitli saldırılar karşısında gücünü
birleştirmesi ve bilimsel beceriler kazanmasının bir ifadesi olamaz mı?

Ya da yıldızlar burcuna gelelim: Yıldızlar ilk tapılan
Tanrılardandır. Irmağın taştığı anda göklerde beliren yıldızın taşıma yıldızı,
sapan sürme esnasında görülen yıldızların boğa veya öküz yıldızı, aslanların
çölleri terk ederek sulak bölgelere geldikleri dönemde göklerde beliren
yıldızların aslan yıldızı, kuzu ve oğlakların doğdukları dönemlerde göklerde
görülen yıldızların oğlak yıldızı olmaları, insanoğlunun bilimde ilerlemesi,
tarımsal üretimde mevsimsel döngüleri kavraması, hayvancılıkta, avcılıkta,
denizcilikte, ruhsal durumların düzenlenmesinde, bilincin sıçramasında tayin
edici bir işlev görmüş olamaz mı? Bu düşüncenin rüzgarın, ırmağın, ayın ve
güneşin tanrılaştırılmasında da aynı işlevi görmüyor mu?

Bu örnekler çoğaltılabilir.

Şimdi Tanrı nedir? Kusursuz, her şeye gücü yeten, en yetkin,
mutlak varlık değil midir? Ona tapınmak aynı zamanda insanın kendisine çeki
düzen vermesi, onun gücüne, yetkinliğine, mutlak bilgisine ulaşmak için enerji
yaratması, ne olmak istediğini belirleyen ideal tip, figür değil midir? Bugün
bile herkes birilerini örnek alarak hayatına yön vermez mi?

Yetkinliğimizi birinin yetkinliğiyle kıyaslayarak gelişmemizi
düzenlemez ve örgütlemez miyiz?

Bu ilk imge, figür, ideal tip Tanrı değil midir?

Kuşkusuz bunların ortaya çıkışı birden bire olmadı. Bunlar zaman
içinde, kuşaktan kuşağa aktarılan fikri sıçramalarla oluştu. Dolayısıyla
insanlık bu düşünsel zinciri, düşünsel geleneği takip ederek hayvanlar
aleminden koptu ve adım adım insanlaştı. İnsan sadece el-emek faaliyetiyle mi
insanlaştı?

İnsan aynı zamanda ve özellikle de düşünsel, zihinsel
gelişimiyle insanlaştı. Büyü, din, Tanrı fikri, ilk anlardan itibaren insanın
evreni ve kendi varlığını algılamasının, toplumsallığını kavramasının devrimci
zihinsel adımlarıydı.

Bilim, siyaset, sanat, kültür de buradan doğdu.

Sanatın, felsefenin, siyasetin dinden ayrışmasının tarihi nedir
ki? Topu topu birkaç yüz yıl. Demek ki binlerce yıldır insanoğlu felsefe,
bilim, sanat, siyaset uğraşının ana kaynağı olarak zihinlerdeki büyü, din ve
Tanrı inancına başvurdu.

Bu uğraşın, irrasyonel bir doğaya sahip insanın kaderi olduğu,
felsefe gibi metafizik alanlarla ilişkisini de hiçbir zaman sonlandırmayacağı
kendiliğinden anlaşılmaktadır. Çünkü zihinsel çelişmeler, maddi çelişmelerden
daha yoğun ve daha çeşitlidir ve çözülmesi de daha zorludur. Her kuşak, hatta
her insan tek tek bir anda ikna edilemeyeceği için de bu çelişki sonsuza kadar
devam edecektir.İ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir