Tao Yüan-Ming
Şeftali Çicekleri Kaynağı
Çin Hanedanı zamanında (Taiyüan’ın başkent olduğu dönemde) Vulinli bir balıkçı, bir gün her gün avlandığı derenin kaynağına doğru yol almış. Sıkıntılar malum… derin düşünceler içinde kayığının küreklerine öylesine sarılmış ki ne kadar yol aldığını fark edememiş. Birden, derenin daralan kısmında sağlı sollu çiçekler açmış şeftali ağaçlarının sıralandığını görmüş. İlerledikçe ağaçlar da öylesine sıklaşmışlar ki derenin kaynağı görünmez oluyormuş…

Etrafta sadece şeftali ağaçları varmış… Başka hiçbir şey gözükmüyormuş, ancak ağaçların pembemsi çiçekleri yağmur taneleri gibi çimenlerin üstüne öylesine dökülüyorlarmış ki gözlerini onlardan alamamış. Bu doğa harikası karşısında hayretler içinde kalmış balıkçı… Sıralı ağaçların daha ne kadar ettiğini de merak etmiş ve kayığını o yöne doğru sürmüş. Biraz daha ilerleyince ağaçlar da seyrekleşmeye başlamışlar ve sonra da dere suyunun kaynağı ortaya çıkmış.
Kaynağa doğru yaklaştıkça da iri bir kayanın dibinde ancak bir insanın sığabileceği kadar ve içinde ışık parlayan bir delik keşfetmiş. Bunun üzerine balıkçı kayığından inmiş, onu bir ağacın köküne bağlamış ve sonra da ilgisini celbeden deliğin yanına varmış. Delikten hafif bir hava esintisi yüzünü yalayınca, gövdesini zorlayarak içine yanlamasına girmiş. Biraz ilerleyince de deliğin hem genişlediğini hem de yeşilliklerle donanmış bir vadiye açıldığını görmüş. Masalsı bir doğa içinde bakımlı bağlar ve bahçeler görmüş; doğayla ahenk içinde güzel ve zarif evler de varmış. Her yer bakımlı ama ahududu çalıları ve kamışlarla bezeliymiş.
Köy meydanındaysa vak vak edip bir o yana bir bu yana gezen kazlar görmüş. Evlerin önündeki köpeklerse sanki birinin geldiğini haber veriyormuşçasına havlayıp duruyorlarmış. Balıkçımız, bağ ve bahçelerde çalışan kadın ve erkeklerin giysilerinin biçimine şaşırmış. Çünkü giyimleri çok garipmiş. Sanki yabancı bir memleketten gelmişler gibi giyiniyorlarmış.
Köyün yaşlıları mutlu bir yüz ifadesiyle aheste aheste dolaşırken; çocuklarsa sanki alınlarında iki boynuz taşıyorlarmış gibi bağlanmış saçlarıyla çıldırasıya oyun oynuyorlarmış.
Balıkçıyı görenler anında irkiliyorlarmış. Fakat o nereli olduğunu söyledikten ve hatta bazı soruları yanıtladıktan sonra insanlar da rahatlamış ve onu köye davet etmişler. Ardından da şarap ve onuruna kestikleri tavuk yemekleri ikram etmişler.
Gelgelelim yabancının varlığı, kısa bir süre sonra bütün köye yayılmış. İnsanlar çevresine doluşmuş ve onu soru yağmuruna tutmuşlar. Onlar da balıkçıya kendi hikayelerini anlatmışlar.
Savaşların ve karışıklıkların hüküm sürdüğü Çin Hanedanı (MÖ 3. yüzyıl) döneminde insanlar, özellikle de yakın akraba olanlar, çocuklarını ve az biraz eşyalarını alarak hiç kimsenin bilmediği ve sakin olan bu yere yerleşmişler. O gün bugündür hiç kimse de burayı terk etmemiş. Ondan bu yana, dünyanın geri kalanından uzakta ve herhangi bir kimseyle görüşmeden burada kendi başına yaşamaya devam etmişler. Çünkü herkes burada mutlu ve uyum içinde yaşayıp gidiyorlarmış.

Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bir zamanlar zulmünden kaçtıkları Çin Hanedanının asırlar önce yıkılıp gittiğinden bile haberleri olmamış. Hatta ondan sonra gelen hükümdarların kim olduğunu bile bilmiyorlarmış. Dolayısıyla Wei ve Cin Hanedanının varlığını da duymamışlar.
Balıkçı da bildiği kadarıyla, dünyanın geri kalanının nasıl yaşadığını, dış dünyada nelerin olup bittiğini anlattıkça, insanların yüzlerinde kara bulutlar dalgalanmış; üzüntüden yüzler kederlenmiş, balıkçının sözlerini sıkıntıyla ve iç geçirip dinlemişler.
Saatler sonra insanlar onu kendi evlerinde ağırlamak için adeta birbiriyle yarışmış. O da bunun keyfini çıkarmış ve her gün bir eve konuk olmuş; hoş sohbetin yanı sıra nefis şaraplar içmiş, lezzetli yemekler yiyip durmuş. Ancak birkaç gün sonra balıkçı artık eve dönme vaktinin geldiğini söyleyince, insanlar bunu yadırgamamışlar, faka ona burada gördükleri hakkında hiç kimseye herhangi bir şey anlatmaması için yalvarıp rica etmişler.
Dönüş vakti gelince balıkçı tekrardan deliğe girip gerisin geriye gitmiş ve kayığını da bıraktığı yerde bulmuş. Sonra da küreklere sarıldığı gibi hızla kasabasının yolunu tutmuş. Yalnız dönerken, yolu bir daha bulabilsin diye de iyice işaretlemiş.
Kasabaya varır varmaz da yememiş içmemiş hemen bölge valisinin huzuruna çıkarak yaşadıklarını bir bir anlatmış. Vali de yanına birkaç memur ve asker vererek onu söz konusu yeri bulması için dereye göndermiş.
Ne var ki balıkçı boş yere aranıp durmuş. Ardından bıraktığı
işaretleri bir türlü bulamamış. Onunla gelenler de yolunu şaşırmış ve tabii
işaretleri de kimse bulamamış.
Balıkçının hikayesi en nihayetinde Nanyanglı bir bilge olan Li Zi-ci’ye de
ulaşmış. O da bunu duyar duymaz müthiş sevinç duymuş ve hemen yola koyulmuş.
Ancak onun da şansı yaver gitmemiş; o da bir türlü yolu bulamamış. Fakat köyü
ölünceye kadar aramaktan da vazgeçmemiş. O gün bugündür hiç kimse o köyü bulmak
için bir daha çaba göstermemiş.
Bakalım şimdi, o köyü (ütopya) bulmak için kim yola koyulacak?
Ek bilgi:
Bu ütopya, 4. yüzyılda yaşamış şair (ki ben onu Ömer Hayyam’a benzetiyorum) Tao
Yüan-Ming’in bir köy ütopyasıdır…

Bir yanıt yazın