Tanrı Fikrinin Doğuşu

Tarihte Eşitlik Arayışı ve Kapitalizm…
Ekim 15, 2019
Felsefi Açıdan Ateizmin Ortaya Çıkışı…
Ekim 15, 2019

Dinlerin Toplumsal Kökeni

“Din eleştirisi, bütün diğer eleştirilerin de önkoşuludur. Din dışı eleştirinin temeli şudur: insanları yaratan dinler değildir, aksine dinleri yaratan insanların kendileridir… Din, insanın içinde yaşadığı mevcut dünyadır, yani devlettir, toplumdur. Dinleri yaratanlar da bu devletler ve bu toplumlardır. Dolayısıyla din, gerçek dünya hakkındaki ters yüz edilmiş bilinçtir. Çünkü din, tersine çevrilmiş dünya[mızdır]. Din, mevcut dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik bilgisidir; onun halkın anlayacağı dildeki şeklidir, onun müminlere yapılan vaazıdır; onun hazzı ve coşkusu, ahlaki değerleri ve yasaklarıdır; onun kutsal değerleri, onun genel tesellisi ve olabilecek en gerçek halidir. Din, insan denen varlığın fantezisinde olmak istediği düşleridir, çünkü insanın başka bir sahih bir gerçekliği yoktur. Dolayısıyla dine karşı verilen mücadele dolaylı olarak söz konusu dünyaya [koşullara] karşı verilen mücadeledir de. Neticede din, mevcut dünyanın düşünsel aromasıdır.
Dinsel sefalet, gerçek ve mevcut sefaletin de ifadesidir fakat o aynı zamanda gerçek dünyaya [toplumsal koşullara] karşı bir etkin tepkidir de. Din, köşeye kıstırılmış mahlukların iç çekişidir; nasıl ki o, şu kalpsiz dünyanın sunduğu huzursa, aynı şekilde ruhsuz dünyanın da ruhudur.”[1] 

Yüzyıllardır birçok düşünür, filozof ve ilahiyatçı, inancın ve dinlerin nasıl ve hangi koşulların ürünü olarak ortaya çıktığı sorununa kafa yormaktadır. İnsanoğlu büyü, sihir ve kutsal bir ruha (dine) ne zaman ve hangi koşullarda inanmaya başladı? Ya da insanlar neden inanma veya dinlere sarılma ihtiyacı duydu? Tanrı kavramı, din ve inanç sistemleri, ne zaman ve hangi toplumsal koşullarda oluştu ve hangi gelişmenin ürünü olarak ortaya çıktı? Veya dinler ilk ortaya çıktıklarında halkların tarihinde nasıl bir rol oynadılar ve bugün hâlâ insanlar üzerinde etkin olan bu dinler nasıl bir rol oynamaktadırlar?

Bu ve buna benzer sorular, tartışmalar, insanlığın en eski çağlarından bu yana ve özellikle de yazılı kültür tarihinden günümüze kadar kesintisiz olarak devam etmektedir.

İlahiyat (din bilim), sanıldığı gibi düşüncenin doğal gelişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmadı, yani dinin ne olduğunu merak etmekten veya dinler tarihini bilmek istemekten dolayı ortaya çıkmadı. Fakat daha çok toplumların belli bir gelişme evresinde, temelinde sınıf çatışmasının bulunduğu felsefi, siyasi ve ideolojik tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.[2] Kuşkusuz din ve dinsel düşünüşün kökeni, felsefenin kökeninden daha eskidir.[3] Fakat düşüncenin belli bir gelişme evresinde, toplumsal sorunlarla dinlerin birbiriyle olan ilişkisinin boyutunu bilmek; daha doğrusu bilim ve felsefeyi, din ve ilahiyatın etkisinden kurtarmak ve söz konusu düşünsel ve deneysel disiplinleri özgürleştirerek kendi özgün gelişimlerini sağlamak için böylesi bir çaba zorunlu olmuştur.

Yine bu çerçevede sıklıkla insan bilincinin ne olduğu da sorgulanmakta ve tartışılmaktadır. Kanımızca bilinç, insanın içinde bulunduğu mevcut durumu (bilgiye dayanarak) kavrayarak onu aşmak için irade göstermesidir. Dolayısıyla bilincine varılan her olgu anında araçsallaştırılarak aşılmış da olmaktadır. Tıpkı insanın doğadan edindiği herhangi bir nesnenin bilincine vardığı anda onu kendi amaçları için kullanması gibi. Dolasıyla dinlerin bilincine varılması da onun aşılması, yani onun ya araçsallaştırılması veya onun araçsallaştırılmasına karşı mücadele etmektir. Fakat önce dinlerin ve tanrı bilincinin ortaya çıkış sürecine bakalım.

Tanrı Bilincinin Orta Çıkışı

Baştan şunu belirtelim: dinler bazılarının (sözüm ona bazı ateistlerin, aydınlanmacıların) iddia ettikleri gibi insanların cehaletinin veya korkunun bir sonucu ya da kafa karışıklığının veya zihinsel geriliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmadı. Ya da dinler, bazılarınca iddia edildiği gibi insanlık tarihinin gelişmesini sektere uğratan, aklın ve uygarlığın yerleşmesini engelleyen ve bazı hokkabazların halkı aldatmak için başvurdukları bir araç değildi.[4] Çünkü eğer böyle olsaydı dinler çoktan insanlık tarihinde silinip giderdi veya çok az veya önemsiz bir rol oynardı. Hiçbir suni olgu, ne kadar köklü ve göz kamaştırıcı veya zorba metotlarla hayata geçirilirse geçirilsin uzun süre yaşayamaz; insanları (milyonlarca bilgili, okumuş yazmış insanı) etkileyemez ve cenderesine hapsedemez. Çünkü yüzyıllardır kat edilen muazzam bilimsel başarılara rağmen hâlâ insanlığın büyük bir çoğunluğu dinlere inanmakta ve bunlara ait ritüelleri icra etmektedirler. Demek ki dinlerin özünde salt öylesine kolayca görülebilen; aldatma, cehalet ve batıl inanç üzerinden dayatılarak uygulanan inanç ve ritüeller sistemi bulunmamaktadır. Neticede dinler hem tek tek insanların hem de toplumların günlük hayatının bir parçası olan ahlak, hukuk, eğitim ve insan ilişkilerini düzenleyen normları da belirlemektedirler. Demek ki çok daha derinde yatan başka olguların olması gerekiyor. Din, insanların maddi hayatında bu kadar köklü bir yer edinebilmişse o zaman başka bir şeyin olması gerekmektedir.

Sonradan sistemleşerek bütünlüklü bir din sistemi halini alan inanç unsurlarının ortaya çıkışının kökenine eğilebilmek için önce zamanı biraz geriye sarmak gerekiyor. İlk başlarda insanoğlu, çevresiyle (doğasıyla) hem maddi hem de düşünsel açıdan özdeşti. Bırakalım kendi konumunun bilincine varmasını, içinde yaşadığı doğaya dair bile herhangi bir fikri yoktu. Onun ufku, ilk başlarda sadece onu dolaysız çevreleyen doğanın çok dar ve sınırlı ufkuyla belirlenmişti. O, içinde yaşadığı doğanın kopmaz bir parçası olduğunu düşünüyor ve dolayısıyla onu çevreleyen her nesnenin de kendisi gibi canlı varlıklar olduğunu varsayıyordu. O nasıl ki koşuyor, avlanıyor, nefes alıyor ve yaşıyorsa, onu çevreleyen canlı ve cansız nesneler de yaşıyor ve nefes alıyordu. İlk insan, doğa karşısındaki sevinçlerinin ve korkularının; başarılarının ve yetmezliğinin bilinciyle onu çevreleyen ve canlı olduğunu düşündüğü nesneleri etkilemeyi arzuluyordu. Çünkü ona göre beslenebilmek, avlanabilmek, kısacası ayakta kalabilmek ancak bu sayede mümkündü. İleride bu çaba mutlak bilgiye erişme arzusu olarak ortaya çıkacaktır. Fakat henüz bu aşamadan çok uzaktır.

Bilinci gelişmiş insanın öyküsü, onun yırtıcı hayvanlar gibi avlandığı çok erken bir zamanda, yani günümüzden 500 bin yıl önce başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda insanoğlunun vahşet dönemiydi. Çok uzun bir aradan sonra insanoğlu, kesintisiz bir şekilde devam eden bir çabayla, yani an be an uğraş vererek önce alet yapmasını öğrenmiş, ardından da kısmen yerleşik hayata geçerek toplayıcılığa başlamıştı. Varılan bu aşama, henüz barbarlık dönemidir ki bu sürecin kökleri de 40-50 bin yıl öncesine kadar gitmektedir.

Ruh Kavramının Keşfi

Dünyayı Değiştiren Düşünürler’in birinci cildinde[5] kısmen değindiğimiz gibi bu süreçte insanoğlu sürüler halinde ve sürekli yer değiştirerek yaşamaktan kurtulmuş ve besin kaynaklarının önemli ölçüde istikrarlı hale geldiği bu aşamada yerleşik topluluklar oluşturmuştu. Aynı şekilde bu aşamada alet yapımında ve avlanmada ustalaşmış; korunma ve barınmayı öğrenmiş ve böylece göreceli istikrarlı bir yaşama kavuşmuştu. İşte bu süreçte insan bilincinde bir yarılma baş göstermiş ve her nesneye belli bir ruhun sahip olduğu ve ona hükmettiği sanılmıştır. Gerçi düşünce hâlâ ilkeldir; ancak ruh ve beden arasında bir ikiliğin ve dolayısıyla madde ile ruh arasında bir çatışmanın olduğu varsayılmaya başlanmıştır. Bu varsayıma göre ruh, maddenin özünde yer almakla birlikte aynı zamanda ondan da bağımsızdır. Ruh, bedeni, onun ölümüyle birlikte terk edebilir ve başka bir bedende boy gösterebilirdi. O görülemeyen, hissedilemeyen bir varlıktan (ruh) ibaretti. İnsan düşüncesi henüz düalizmden uzaktı, ancak din ve tanrı inancının temel taşları da döşenmekteydi.

Toplumsal gelişmenin belli bir aşamasında insanoğlu duyumsadıklarından, rüyalarından, düşünce ve tasavvurlarından hareketle bütün bu özelliklerinin kendi bedeninin dışında, ondan özerk ve ona hükmeden; ve hatta bedenin ölümüyle birlikte onu terk eden ve sonsuzluğa kavuşan; belki bir başka bedende yeniden ortaya çıkan kutsal ve ölümsüz bir gücün olduğunu düşünmeye başlamıştır.[6] Bilinci henüz basit ve algısal aşamada bulunan insana göre düşünce, akıl, bilinç, bilgi ve tasarım yetisi, maddeden (bedenden) bağımsızdır; bunlar yüce bir varlıktan geçici olarak ödünç alınmıştır. Bu ilahi varlık, hem onun bir parçası hem de ona hükmetmektedir. İşte bu, aynı zamanda “kutsallığı kesinkes tartışılamaz olan” yüce ruhun keşfidir ve o her şeye hükmedebilirdir.

Gördüğümüz, duyumsadığımız ve etkisini fark ettiğimiz her maddi varlığın bir nesnelliği vardı; ancak insanoğlu henüz içinde yaşadığı nesneler dünyasının gizemine, yani her an karşı karşıya olduğu gücün, direncin ve etkinin kaynağına akıl erdiremiyordu. Gücüne ve etkisine hayran kaldığı söz konusu nesneler dünyasına hem tapınıyor (animizm) hem de parçası olduğu bu nesneler dünyasına hükmetmek istiyordu. Hem gözünde büyüttüğü söz konusu ideal varlıklara (bunlar her şey olabilirdi, kaya, ağaç, tepe, ırmak, rüzgar, güneş, ay, kartal, kaplan, toprak, deniz, gökyüzü vb.) tapınıyor hem de gücüne ve etkisine hayran kaldığı güçlerin sırrına erdikçe, kendisinin de “tanrısal güce” eriştiğini düşünüyordu. Bu süreç bir anda değil, binlerce yılı alan karşılıklı etkileşim süreciyle gelişmişti. Yani insanoğlu hem tanrısallık atfettiği nesnelerden ürküyor, korkuyor ve onların huzurunda huşuyla secdeye varıyordu ama aynı zamanda onların güçlerinin kaynağını keşfettikçe, yani onların sırrına erdikçe kendisi de zihinsel anlamda muazzam sıçramalar yaşıyordu.

Kısacası ilkel insanın zihinsel dünyasını belirleyen bu aşama, aynı zamanda mitolojik çağın da başlangıcı oluyordu. Bu süreç, sanıldığı gibi salt insani zayıflığın, zihinsel yetmezliğin ifadesi değil, aksine düşüncede ve zihinde devrimci bir gelişmenin; yani insanın hayvanlar aleminden kurtuluşunun da ifadesidir. Kısacası insanoğlu bu süreçte hem doğaya yabancılaşıyordu (ki yabancılaşma aynı zamanda bağımsızlaşmak demektir) hem de özgürleşerek kendi varlığının bilincine varıyordu.

Soyutlamanın Zirvesi: Tanrı Kavramının Keşfi

Maddi üretiminin ilerleyen sürecinde insanoğlu, doğada olup bitenleri günbegün, anbean izledikçe, olayların ve fenomenlerin birbirini neredeyse tıpa tıp takip ettiğini gördükçe, bazı olguların hep aynı ritimde tekrar ettiğini keşfettikçe, en önemlisi de bizzat kendi pratiğiyle çevresini, doğasını ve zihnini işleyip dönüştürdükçe tüm bunların tesadüflere bağlı olmayan, kökeninde belli bir nedensellik bulunan bir olgudan (töz, hareket vs.) kaynaklandığını anlamaya başlamıştı.

Düşüncede somuttan soyuta, algısal bilgiden mantıklı düşünmeye sıçrayış, kendiliğinden olan, yani aklın veya zihnin zorlanmasıyla gerçekleşen bir şey değildi; bu bizzat insanoğlunun günlük yaşamıyla, yaşam pratiğiyle, deneyim ve becerisiyle kazandığı bir nitelikti. Duyudan düşünceye, algısal olandan mantıksal olana, tikelden çoklu olana, kısacası algısal bilgiden mantıksal bilgiye ulaşan insanoğlu, edindiği yeni ve nitelikli bilgilerle dünyasını daha derinden kavramaya başlamıştı. Bu bilgi ona, basit olandan karmaşık olana, yüzeysel olandan gözle görülmeyen ve daha derinlerde yatan nedenselliklere doğru ilerlemesini ve böylece doğaya hakim olmasını sağlıyordu. Bizzat insan emeğinin, üretim pratiğinin ve yaşam mücadelesinin bir sonucu olan bu gelişme, birden bire değil, evrimsel bir süreç içinde anbean olmaktaydı ki, insanoğlu bu sayede hayvanlar âleminden uzaklaşarak insanlaşmıştı.

Tam da burada bir parantez açarak şunları kaydedelim: Birçok yerli ve yabancı yazar, dinlerin ve özellikle de Tanrı bilincinin ortaya çıkışı konusunda temelde yanlış bir düşünceye sahiplerdir. Onlar Tanrı inancını ve dinleri tarihselliğinden (insanın ve toplumların gelişmesinin aracı olması) koparmakta veya genel anlamda din ve Tanrı inancının tarihselliğini teoride kabul etmekle birlikte söz konusu zihinsel sürecin düşüncede ve maddi dünyada bir sıçrama ve devrim olduğunu kabul etmemektedirler. Az önce açıkladığımız bu süreç birden bire bütün insanların kafalarında aynı anda belirmemişti. Önce toplumun en ileri kesimi içinde hatta bazen tek bir insanın kafasında şekillenmiş ve bu düşünce adım adım ve her aşamada topluma somut yararı görüldükçe bütün toplum tarafından kabul edilmiş ve kuşaktan kuşağa da aktarılmıştır. Büyücüler, şamanlar, din önderleri sanıldığı gibi cahil halkı aldatan hokkabazlar değildi, onlar birikimleriyle toplumsal örgütlenmenin belli başlı alanlarında başarılar ortaya koymuş uzmanlardı; hekimlik sanatıyla sağlıkta iyileştirme gerçekleştiriyorlardı; totem üzerinden avlanmayı kolaylaştırıyorlardı; bereket kültü üzerinden verimi çoğaltıyorlardı; basit bilimsel teknolojik atılımlara öncülük ediyorlardı ve özellikle de doğanın bağrında günden güne erime ve yok olmaya yüz tutmuş (Arabistan’ın çölde yaşayan Bedevilerini düşünelim) toplumları adeta topraktan söküp çıkarırcasına varlık haline getirmişlerdir. Çünkü dini önderler, sanıldığı gibi insanlara, toplumlara sadece belli bir dini (ideoloji) empoze etmiyorlardı aynı zamanda birçok açıdan toplumsal yeniliklerin de kaşifleriydi. Şamanların, büyücülerin, peygamberlerin vaaz ettikleri dinlere ne kadar inandıklarını bugünden tahmin etmemiz mümkün değildir fakat binlerce yıl önceki insanların her rüyayı gerçek, her halüsinasyonu tanrı buyruğu olarak gördükleri bir bilinç düzeyinden bahsediyoruz. Tarihsel kayıtlar hep bu yöndedir. Onun için her toplumda şamanlar ve kahinler bulunurdu. Her hükümdarın bir rüya tabircisi olurdu ve onların buyurdukları tavsiyeye göre tavır alınırdı, kararlar verilirdi ve hatta savaşlara da onların olumlu görüş belirtmelerinin sonucunda başvurulurdu. Bunun örnekleri Çin’de kabuklar üzerine çiziktirilen talih çizgilerinde sabittir. Babil kahinleri, Antik Yunan-Roma kahinleri ve başka şaman kültürlerinde (Latin Amerika, Orta Asya, Eskimolar) doğal olayları, rüyaları açıklayarak toplumlara çoğalmak, sağ kalmak, hayatlarını düzenlemek, üretimde verim almak için yön verirlerdi. Ve bu olgulara en başta şamanların, rahiplerin ve peygamberlerin kendileri inanırlardı.

Şimdi soruyu bir de tersten soralım. Büyücülük, totemcilik, din ve Tanrı inancı, acaba çıktıkları anda gerçekten insanoğlunun çaresizliğinin, yetmezliğinin, bilim dışılığının, geriliğinin, ezikliğinin bir ifadesi miydi? Yoksa birbiriyle bağlantılı olan, adeta bir önceki aşamanın içinden bir tohum gibi çıkıp gelişen büyücülük (animizm), totemcilik, din ve tanrı bilinci maddi ve düşünsel sıçramanın mı ifadesiydi? Bu bir spekülasyon değil, mantıklı bir çıkarımdır. Her düşünsel sıçrama ve gelişme, aynı zamanda maddi dünyanın gelişmesi, toplumların ilerlemesi ve kültürlerin yükselmesinin ifadesidir. Örneğin secdeye varmak eylemi gibi.

Sanıldığı gibi bu, sadece tevekkül, itaat, teslimiyet, çaresizlik veya cahil insanın edilgenliğinin mi ifadesiydi? Kuşkusuz değildi; çünkü bütün bu ritüeller aynı zamanda ilk çıkış anlarından itibaren doğadan daha fazla ürün almak; toprağı, avı, üretimi bereketli kılmak için insanın etkin bir eylemi ve bir irade beyanıydı; umudu diri tutmak, enerjiyi ve gücü ve tabii ki yetenekleri tek bir noktada toplama iradesinin de ifadesiydi. Toplumsal aşamadaki her sıçrama, örneğin yerleşik topluluğa geçme veya kentleşerek devletleşmeye adım atma aynı zamanda ideolojik donanımla, siyasi programla birlikte gerçekleşir. O gün açısından bakarsak bunun ifadesi yeni bir totem yaratma, daha farklı olduğu sanılan yeni bir büyücünün etrafında birleşme, yeni bir din oluşturma veya mevcut totemlere ve dinlere üstün gelen yeni bir totem veya din oluşturmadır. İstisnasız bunların hepsi, belli toplumsal sıçramalara tekabül eden olgulardır. Söz konusu büyücülerin, totemlerin, dinlerin öne çıkması sürecinde zorunlu olarak uygulanan (tek-tipleştirme ve sistemleştirme) ritüellerin önemli bir kısmı rasyonelliği olan ve maddi ihtiyaca yanıt verirken çok az bir kısmı da kuşkusuz irrasyonel, mantıksız ve bugün açısından bakarsak bütünüyle “anlamsız” uygulamalardır. Fakat bunların hepsinin ideolojik-siyasi ve toplumsal nedenlerinin olduğu kesinlikle kabul edilmelidir. Sıçrama dönemlerinde uygulanan her toplumsal kural ve ritüel, araya zaman girdikçe insana gereksiz, anlamsız ve mantıksız ve hatta zararlı da gelebilir fakat ilk uygulandıkları anlarda durum farklıdır.

Ya da tapınak inşa etme eylemini alalım: Birçok insan tapınakların inşa edilmesini insanların boş işlerle meşgul edilmesi, düşünce ve enerjilerinin köleleştirilmesi, fiziksel eziyetin yoğunlaşması, insanların sömürülmesinin ve aldatılmasının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.

Peki bunu bir başka şekilde yorumlamak mümkün değil mi? Örneğin dağınık toplulukların (hort) belli bir merkezde ve yerleşim yerinde birleştirilmesi; merkezi bir mekanda ortak bir iradenin ortaya konması, bu arada üretimin örgütlenerek verimli hale getirilmesi, belli bir nizam ve faaliyet ekseninde insanın tasarım alanında yetkinleşmesi (inşa etmek ustalaşmaktır) ortak bir amaç uğruna hiyerarşik düzene geçilmesi ve geleceğin güvence altına alınması, toplumsal yaşama nizam vererek doğanın veya başka yerden gelecek tehlikelere karşı gücün ortak bir amaç uğruna birleştirmesi ve bu yolla bilimsel becerilerin kazanılmasının ifadesi olamaz mı?

Ya da yıldızlar burcuna gelelim: Yıldızlar ilk tapılan Tanrılardandır. Irmağın taştığı anda göklerde beliren yıldızın “taşıma yıldızı”, sapan sürme esnasında görülen yıldızların “boğa veya öküz yıldızı”, aslanların çölleri terk ederek sulak bölgelere geldikleri dönemde göklerde beliren yıldızların “aslan yıldızı”, kuzu ve oğlakların doğdukları dönemlerde göklerde beliren yıldızların “oğlak yıldızı” olmaları, insanoğlunun bilimde ilerlemesi, kırsal üretimde mevsimsel döngüleri kavraması, hayvancılıkta, avcılıkta ve denizcilikte bilimsel sıçrama açısından tayin edici bir işlev görmüş olamaz mı? Bu düşüncenin rüzgarın, ırmağın, ayın ve güneşin tanrılaştırılmasında da aynı işlevi gördüğünü anlayamıyor muyuz?

Bu örnekler çoğaltılabilir. Dinler maddi hayatın tersyüz edilmiş halidir. Yani kökleri toplumsal üretimin, toplumsal yaşamın düzenlenmesi için geliştirilen kuralların derinliklerinde yatan (bunlar toplumlara her zaman somut bir yarar sağladıkları için uygulanmış kurallardır) ve hayatın her alanını belirleyen gelenek ve kültürlerdir.

Peki şimdi Tanrı nedir? Kusursuz ve her şeye gücü yeten; en yetkin ve mutlak varlık değil midir? Ona tapınmak aynı zamanda insanın kendisine çeki düzen vermesi, tanrısının mutlak varlığından kaynaklanan bilgisine güvenmesi ve onun gücüne ulaşması; onun yetkinliğine ve mutlak bilgisine ulaşmak için de enerjiye dayanan pratik ortaya çıkarması; insanın ne olmak istediğini belirleyen ideal tip ve figür değil midir? Bugün bile herkes birilerini örnek alarak kendi hayatına yön vermez mi? Tanrıya secde eden insan aslında bunu kendisi tanrılaşmak istediği için yapmıyor mu? Günlük hayatta yetkinliğimizi bir başkasının yetkinliğiyle kıyaslayarak gelişmemizi düzenlemez ve dahi iyisini yapabilmek için planlamaz mıyız?

Bu ilk imge, figür, ideal tip Tanrı değil midir?

Kuşkusuz bunların ortaya çıkışı birden bire olmadı. Bunlar zaman içinde, kuşaktan kuşağa aktarılan düşünsel sıçrama halkalarıyla oluştu. Dolayısıyla insanlık bu düşünsel zinciri, düşünsel geleneği takip ederek hayvanlar aleminden koptu ve adım adım insanlaştı.

Peki, insan sadece el-emek etkinliğiyle (somut üretim) mi insanlaştı? Tabii ki hayır. İnsan aynı zamanda ve özellikle de düşünsel, zihinsel gelişimiyle insanlaştı. Büyü, din, Tanrı fikri, ilk anlardan itibaren insanın evreni ve kendi varlığını algılamasının, toplumsallığını kavramasının devrimci zihinsel izdüşümüdür. Bilim, siyaset, sanat, kültür de buradan doğdu.

Sanatın, felsefenin, siyasetin dinden ayrışmasının tarihi de bunu göstermiyor mu? Peki sanat, felsefe ve siyaset gibi üstyapı kurumlarının tarihçesi ne kadar olabilir? Bunların en fazla birkaç bin yıllık bir geçmişi vardır. Demek ki insan, on binlerce yıldır hayatını örgütlerken ve yaşam henüz felsefe, bilim, sanat ve siyaset üretemeyecek kadar basitken, insanın pratiği ve düşüncesi büyü, inanç ve bin bir türlü tanrı imgesiyle belirleniyordu.

İnanç ve irrasyonel düşünme tarzı, insanın doğasında baştan itibaren vardı ve hep var olmaya devam edecektir. Bu yüzden inanç sistemleri ile felsefenin, inanç sistemleri ile sanat, edebiyat ve diğer kültür alanlarıyla olan ilişkisi hiçbir zaman son bulmayacaktır.

İnsanın zihinsel dünyası, gerçek dünyasından her zaman daha karmaşık, daha katmanlı ve daha bilinemezdir. Bu yüzden zihinsel çelişmeler, maddi çelişmelerden daha yoğun, daha çeşitli ve daha karmaşıktır. Kuşkusuz bu çelişmelerin maddi dünyadan kaynaklanan bir temeli vardır fakat zihinsel ve düşünsel etkinliklerin maddi dünyadan bağımsız ve kendine has bir özerkliği de vardır. Dolayısıyla her insan, içinde yaşadığı toplumsal düzen nasıl olursa olsun eninde sonunda zihinsel yapıdan kaynaklanan çelişmelerin sarmalına bağlanmaktadır. Bu çelişmeleri herkes kendi zihninde ayrı ayrı yaşar ve sonra da kuşaklar boyunca aktarmaya devam eder. Kanımca insan olmaktan kaynaklanan bu özelliğimiz, yani zihinsel yapımızın paradoksal işleyişi sonsuza kadar devam edecektir.

Şimdi yeniden ilahiyat (din-bilim) konusuna dönerek konuyu toparlarsak… Bu süreç incelendiğinde görülecektir ki tanrı inancının ve dinlerin ortaya çıkışının hem birbirinden bağımsız hem de birbiriyle bağlantılı üç boyutu vardır.

Birinci boyut antropolojiktir; ki yukarıda bunu açıklamaya çalıştık. Bizi ümitsizliğe sevk eden saf ve yıkıcı gerçeklik, hayatı anlamlandırmak açısından yeterli gelmemektedir. Halbuki her insan geleceğe ve buradan da sonsuzluğa bağlanmak istemektedir. Din ve tanrı bilincinin kökeni, düşünen bir varlık olan insanın, mevcut olanın ötesine geçme arzusuna ve bu arzuyu, doğa üstü varlıklar üzerinden açıklamaya yatkın zihinsel yapısına dayanmaktadır. Din ve inanç kültürü, bir toplumda bir kez yer edindikten sonra onun etkisini ortadan kaldırılmak çok daha zordur. Hatta bazen bu etkinin kökten silindiği sanılsa bile bir süre sonra toplumda yeni bir din veya yeni bir inanç dalgasının ortaya çıkacağından emin olabiliriz.

Tarihte, dinlerin kültürel ve zihinsel temelini ortadan kaldırmayı veya en azından sınırlandırmayı amaçlayan iktidarlar olmuştur. Örneğin Sovyetler Birliği’nde dinlerin etkinlik alanları oldukça daraltılmıştı. Kuşaklar boyunca insanlara dinlerin bir aldatmaca olduğu anlatılmış, binlerce yayın çıkarılmış, filmler yapılmış, gösteriler düzenlenmiş ve insanlar adeta tanrı tanımazlığa yönlendirilmiştir. Aynı şekilde Türkiye’de, özellikle Cumhuriyet devrimleri döneminde dinlerin kültürel etkisi, din kurumlarının, cemaatlerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla önemli ölçüde zayıflatılmıştı. Fakat buna rağmen hem Rusya’da ve Türki cumhuriyetlerde hem de Türkiye’de birkaç kuşak sonra din ve inanç sistemlerinin yeniden canlandığına veya canlandırılabildiğine tanık olduk. Bu gelişmenin, ne okur yazarlık oranıyla, ne bilime verilen önemin azlığı ve çokluğuyla ne de eğitim ve bilim alanında önemli aşamaların kat edilip edilmemesiyle ilgisi vardır. İnsanın varlık bilinci, rüya, hastalık, ölüm korkusu ve sonsuzluk arzusu, kesintisiz bir şekilde bu zemini güçlendiren etkenlerden bazılarıdır. Ki bu aynı zamanda inancın bireysel kökenidir.[7]

İkinci boyut toplumsaldır ki bunu da kısmen yukarıda açıklamıştık. İnanç, din ve tanrı bilinci, toplumların örgütlenme düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. İnanç sistemleri, üretim sürecinin gerekleriyle doğrudan bağlantılıdır. Toplumlar tarihte daha üst düzeyde örgütlenebilmek veya üretimden daha fazla verim alabilmek ve gündelik hayatlarını düzenleyebilmek için ilahi güçlerin yatıştırılması ve denetim altına alınmasını gerekli görmektedirler. Ki bu aynı zamanda inancın kolektif kökendir. Ama din ve inanç sistemleri, manevi arayış içinde olan bireylere sığınacakları bir ortam da sunarlar. Bu açıdan dinler, bugün bile birçok bölge ve coğrafyada güçlü bir birleştirici rol oynamaktadır. Dinine bağlı insan, bütün hayatı boyunca onu gözetleyen, günahları için uyaran ve cezalandıran, sevaplarında ise onu övgüye ve mükafatlara boğan tanrısına sığınmaktadır. Tanrılar inananları, sadece cezalandırıp mükafatlandırmaz aynı zamanda onlara öbür dünyada ebedi yaşam ve mutluluk da vadeder ki bu da muazzam bir teselli kaynağıdır.

Birçok insanın herhangi bir cemaate veya tarikata sığınmasının en önemli nedenlerinden biri de söz konusu kuruluşların insanlara sunduğu sosyal ortamdır. Dinlerin birleştiricilik etkisi, en çok bu alanda hissedilmektedir.

Üçüncü boyutu ise siyasidir ki bu da din ve inanç sistemlerini belli bir siyasi programı hayata geçirmek kullanmak demektir. Dinlerin etkisi kullanılarak toplumlar olumlu veya olumsuz anlamda yönlendirilirler ve bu süreçte insanların düşünme ve yaşam tarzlarına da hükmedilir. Yani dinler, iktidar amacıyla (ideoloji olarak) araçsallaştırılırlar.

Dinlerin ortaya çıkış süreçlerine ilişkin düşünce ve tartışmaların ortaya çıkması ise tam da din ve tanrı inancının siyasallaştırılma dönemine denk gelmektedir. Bilindiği gibi din ve inanç sistemleri, insanlık tarihinin en köklü ve en eski kültürel geleneklerinin başında gelir. Dolayısıyla siyasal hareketler veya iktidarlar daima, toplumsal-kültürel belleğin en köklü unsuru olan dini geleneğe ve inanç temelli düşünüş tarzına yaslanmak veya bunu araçsallaştırmak istemişlerdir. Dinsel uygulama ve kuralları savunan kesimlerin çoğunlukla muhafazakar kesimler olmaları ve bunların çoğunlukla gerici ve sağcı iktidarlar tarafından kullanılmaları tarihte çok sık rastlanan olgulardandır.

Ancak unutmayalım ki bazen dinler, tarihte devletleşmenin, yeni bir uygarlık kurmanın ideolojisi de olmuşlardır. [8] Fakat zamanla dinci çevreler, doğa üstü ilahi güçlere tapınılması nedeniyle söz konusu bilince sahiplermiş gibi, sarılırlar ve bu sayede toplumsal yenilikleri ve bilimsel gelişmeleri engelleyebileceklerini düşünürler. Dolayısıyla bu süreçte toplumda, din-bilim çatışması olarak bilinen kültürel çelişme de ortaya çıkmış olur.

Din-bilim çatışmasının kökeni, sanıldığı gibi çok eski değildir. Bunun başlangıç anları en fazla felsefenin, sanatın, siyasetin ortaya çıktığı döneme kadar götürülebilir. Dolayısıyla dinlerin kökenine ilişkin en ilginç tartışma ve düşüncelere de özellikle Antikçağda rastlıyoruz. Siyasi çalkantıların kriz boyutuna vardığı Yunanistan ve Roma’da birçok düşünür, geleneksel görüşlerden farklı olarak Tanrı ve din inancının kökeninin, insan zihninin bir eseri, insan düşüncesinin bir eseri olduğunu açıktan ifade etmişlerdir.

Kloptonlu Ksenophanes (MÖ 565-473) ve Atinalı Anaxogoras’a Tanrıların gerçekte var olmadıklarını insanların bunları kendi suretlerinden yarattıklarını ifade etmişlerdir.[9] Örneğin Ksenophanes şunları söylemektedir: “Etiyopyalılar kendi tanrılarını basık burunlu ve siyahi olarak; Trakyalılar ise kendi tanrılarını kızıl saçlı ve mavi gözlü olarak betimliyorlar… Demek ki olsaydı öküzün, aygırın ve aslanın elleri eğer, onlar da insanlar gibi kendi tanrılarını öküze, aygıra ve aslana benzetirlerdi.”[10]

Bu tartışmaların tarihsel sürecini Dünyayı Değiştiren Düşünürler kitabımızın ilk dört cildinde tartışmıştık. Arzu edenler o kitaplara bakabilirler…


LÜTFEN SAYFAYA ABONE OLMAYI UNUTMAYINIZ


[1] K. Marx-F. Engels, “Hegel Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, MEW, c.1, s.378.

[2] Sadık Usta, “Ateizmin toplumsal ve felsefi kökeni“, Bilim ve Ütopya, sayı 224, Şubat 2013.

[3] Felsefenin ortaya çıkış süreci için bkz. Sadık Usta Dünyayı Değiştiren Düşünürler, c.1, Kafka Kitap, İstanbul, 2019, s. 13 vd.

[4] Tevrat ve İncil’i tarihsel bağlamları içinde inceleyerek tanrı fikrinin nasıl doğduğunu inceleyen Jean Bottero, Tarihte Tanrı Fikrinin Doğuşu adlı kitabında şunları vurgular: “Tanrı’nın mutlak Tekliği ve Aşkınlığının [keşfi]… eğer taraf tutmuyor ve kendimizi iki ayaklı bilgisayar yerine koymuyorsak, hiç kuşkusuz bizi doğal yokuşumuzda en fazla zorlayan, bizi en fazla aşan, bizi kendimizin üstüne çıkaran ve bu nedenle (..) bizi en çok şaşkın ve hayran bırakan, en çok alkışladığımız zihnimiz ve kavrayışımızdır.” Çev. İsmail Yerguz, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2010, s.13/14.

[5] Sadık Usta, Dünyayı Değiştiren Düşünürler c.1, s.14 vd.

[6] Karen Armstrong’un da belirttiği gibi insanoğlu, “homo sapiens” olduğu andan itibaren önce “homo religiosus”tur. Bkz. Karen Armstrong, Tanrının Tarihi, Çev. O. Özel, H. Koyukan, K. Emiroğlu, Ayraç Yay., Ankara, 2008, s.11

[7] Din ve inanç kültürü toplumda bir kez yer edindikten sonra onun izlerinin ortadan kaldırılmasının çok zor olduğu veya izlerinin silindiği sanılsa bile bir süre sonra yeni bir din ve inanç dalgasıyla bunun hiç de ortadan kaldırılamadığı birçok ülke ve toplum tarihinde de görülmektedir. İnanmanın kültür seviyesiyle, okur yazarlık derecesiyle, bilim adamı olup olmamakla veya eğitim ve bilim alanında önemli aşamalar kat etmekle de herhangi bir ilgisinin bulunmadığı ortaya çıkmıştır. İnsan her toplumsal aşamada veya bulunduğu her toplumsal konumda din ve inanca yatkın olabilmektedir. Bunun tarihsel kanıtlarını özellikle Sovyetler Birliği döneminden biliyoruz. Din ve inanç konusunda gösterilen büyük bir çabaya rağmen ne dinin ne de inancın etkisi önemli ölçüde kırılabilmiştir. Bu alanda bir dönem önemli bir başarı kazanıldığı düşünülse bile, birkaç kuşak sonra bu etkinin hiç de kalıcı olamadığı birçok kez görülmüştür. Din ve dinlerin toplumsal etkisine ilişkin önemli bir araştırmaya imza atan Sovyet Rus bilim adamı Tokarew de bunu devasa incelemesinde göstermektedir. Bkz. Die Religion in der Geschichte der Völker, s.703 vd.  Aynı şekilde bu konuda H. Ziya Ülken şunları belirtmektedir: “İnanmanın kültür seviyesi ile ilgili olmadığını tarihten biliyoruz. Zira en ilkelden en kültürlüye kadar insanlığın bütün seviyelerinde, birbirinden farklı da olsa rastlanan inanç şekilleri bir “inanmanın” var olduğunu göstermektedir.” Akt. Necip Taylan, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, s.26/27.

[8] Bunun örneklerini tarihin her aşamasında görebiliriz. Bu serinin birinci cildinde bahsettiğimiz Thomas Müntzer, zalimlere ve sömürücülere karşı çıkarken argümanlarını esas olarak İncil’den ve özellikle de ilk Hıristiyanların yaşam ilkelerinden devşiriyordu. Aynı durum İslam uygarlığı döneminde de söz konusudur. Birçok tarikat ve mezhep Şam ve Bağdat halifelerine karşı isyan ederken hakiki Müslümanlığı hayata geçirmek istediklerini belirtiyorlardı.

[9] Akt. S.A. Tokarew, Die Religion in der Geschichte der Völker, 2. Basım, Palh-Rugenstein Ver., Köln, 1980, s.5/6.

[10] Akt., H. Diels, Fragmente der Vorsokratiker, Berlin, 1922, Clem. Strom, B 15.

Sadık USTA
Sadık USTA
Eğer daha uzağı görebiliyorsam bunun nedeni; benden önceki devlerin omuzlarında durduğumdandır. / Isaac Newton

Bu konu başlığı ile ilgili düşüncelerinizi benimle ve diğer site ziyaretçileriyle paylaşmaktan çekinmeyin.

Araç çubuğuna atla