Ütopya, Yemek Kültürü ve Minimalist Felsefe

Yemek yemenin de bir kültürü var.

Tabii, hem bir tarihi hem de bir sosyolojisi var.

Yemek yeme kültürü denince akla çoğunlukla “adabı muaşeret” gelir. Fakat adabı muaşeret yemek kültürünün çok önemli olmayan tali bir alanıdır. Esas olan; yemek yeme etrafında şekillenen ve binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan üretim ve tüketim ilke ve kurallarının, gelenek ve alışkanlıklarının, siyasal ve toplumsal hedeflerinin ne olduğudur. Çünkü bu ilkeler, kural ve amaçlar, mevcut toplumsal yapılarda ve insani ilişkilerde hem doğrudan varlığımızı hem de toplumsal konumumuzu belirleyen bir rol oynamaktadırlar.

İnsanın besinle olan ilişkisi tarih içinde üç aşamada şekillenmiştir.

Birinci aşama, insanın besin kaynaklarını keşfetmesiyle başlar ki bu biyolojik ihtiyaçtan kaynaklanan bir süreçtir.

İkinci aşama, besin kaynaklarının üretiminin örgütlenmesinin keşfidir ki bu siyasal-toplumsal süreçtir.

Üçüncü aşama ise, işlenen besin kaynaklarının ve ürünlerin nasıl paylaşılması gerektiğine ilişkin siyasal ilkelerin keşfidir ki bu da esas olarak felsefi bir süreçtir.

Zorunluluğun Kavranması

Birinci aşamada insan, adım adım hem doğayı hem de onunla birlikte kendi doğasını keşfetmiştir. Bu süreç, canlıların biyolojik gelişimiminin bir zorunluluğu olarak ortaya çıkar.

İster tek başına olsun ister toplu halde, her canlı varlığını ve soyunu devam ettirebilmek için beslenme kaynaklarını ele geçirmek için mücadele verir. Bu mücadele, temelde içgüdüsel ve biyolojiktir.

İster hayvanlar aleminin mevcut yaşamına isterse günümüzün uygarlaşmış toplumlarının gündelik yaşamına bakalım, her yerde besin kaynaklarını denetim altına alma çabası ve mücadelesine tanık oluruz. Daha baştan itibaren canlılar arasındaki doğal mücadele, kıt olan besin kaynaklarını ele geçirme mücadelesi olarak şekillenmiştir. Bugün de bu mücadele bir başka düzlemde devam etmektedir. Neticede insanlık tarihinin ilk dönemleri, çoğunlukla besin kaynaklarına sahip olmak için yürütülen çatışma ve savaşlar tarihi olagelmiştir. Bu dönem aynı zamanda insanlığın vahşet dönemidir.

İkinci aşama, keşfedilen besin kaynaklarının üretiminin ve işlenmesinin örgütlenmesiyle devam eder. Ki bu da esas olarak alet ve araçların (üretim araçlarının) yanı sıra, üretimin rasyonel temelde yürütülmesinin ifadesi olan devlet örgütlenmesinin (siyasal insan) keşfedilmesi demektir. Aslında insanlığın bu süreci, ilk “homo habilis”ten (araç yapan insan), Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk devletlerin kuruluş yıllarına kadarki barbarlık dönemidir. Bu aşamada insan hem zihinsel etkinliğinin bilincine varmış hem de günden güne gelişen bedensel yeteneklerini akıl ve zekayla koordine etmeyi öğrenmiştir.

İnsan bir bakıma araç ve alet üreterek hem uzuvlarını hem de besin kaynaklarını çoğaltmıştır. Göz, diş, pençe, kol ve bacaklarımızın yerini çakmak taşından, ahşap, maden vb. unsurlardan yonttuğumuz balta ve keskiler, ok ve mızraklar, çatal ve bıçaklar ve bugün sayamayacağımız kadar çok araç, silah ve alet almıştır. Her alet ve araç, uzuvlarımızın yeteneklerini artırmak içindir.

Günümüzde Kıtlık Neden Var?

İlk başlarda insanlar arası çatışma, gerçekten de besin kaynaklarının kıtlığından doğmuşken bugün artık bu sorun bütünüyle ortadan kalkmıştır diyebiliriz. Peki buna rağmen birçok topluluk ve devlet arasında süren çatışma ve savaş neden sona ermemiştir? Çünkü günümüzdeki kıtlık, gerçek anlamda besin kaynaklarının azlığından değil; sömürü, açgözlülük ve eşya istiflemekten yani malların azlığından değil, aksine bolluğundan kaynaklanmaktadır.

Bir başka yazımızda (https://sadikusta.com.tr/godwinden-malthusa-nufus-teorisi-2/) Thomas Malthus’un (19. yüzyılın en önemli nüfus teorisyenlerinden biridir) ortaya attığı “nüfus teorisi”ne değinmiştik.

Bilindiği gibi İngiliz filozof William Godwin (1756-1836), Siyasal Adalet (Political Justice, 1793) adıyla kaleme aldığı eserinde “insanlara ellerini uzattıklarında elde edebilecekleri yeni bir dünya (ütopya)” vadetmişti. Godwin, en iyi toplumsal düzenin, “insanlara, tek tek insanların en halisi ve en cömerdi olduğu duygusu veren düzen” olduğunu belirttikten sonra satırlarına şunları eklemişti: “Nitekim geleceğin toplumunda savaş olmayacağı için ne adalet bakanlığı ne devlet ne hastalık ne acı ne üzüntü ne de öfke olacaktır.
“Geleceğin toplumunda aklın hükmü geçerli olacak. Hatta zihni ve aklı bulanıklaştıran mal mülk sahipliği de olmayacaktır. Tabii alınıp satılan mal olmadığı için kadınlar da özgür olacak ve böylece herkes huzur bulacak ve mutlu olacaktır…”[1]

Bu kitap Avrupa’da muazzam bir etki yaratınca iktidarlar, aristokratların filozofu Malthus’u devreye sokmuşlardı. Malthus, iki konuda sağlam olmayan fakat siyasal etkisi güçlü tezler ileri sürmüştü:

Bunlardan biri, “insan nüfusunun üretilen besin kaynaklarından katbekat daha hızlı büyüdüğü” tezidir. Yani Malthus’a göre nüfus, geometrik sırayla artarken buna karşın besin kaynakları aritmetik sırayla artmaktır. Yani nüfusla besin ürünleri arasında kapanamayacak derecede geniş bir açı oluşacaktır.[2]
İkincisi ise söz konusu gelişmenin sonucunda, “besin kaynaklarının yetmezliğinden hareketle hem kıtlık meydana gelecek hem de sadece varlıklı olanların yanı sıra geçimlerini sağlayabilecek bir iş imkânı olanlar ayakta kalabileceklerdir.”

Doğa, tıpkı bitkiler ve hayvanlar dünyasında olduğu gibi, herkese yeterli besin kaynağı sunamadığı için bu koşullara dayanacak gücü olmayan zayıfları savaşlar, salgın hastalıklar ve doğal felaketler ortadan kaldıracaktır. Malthus o dönemde henüz bilinmeyen erken Sosyal-Darwinzm’in teorisyeni olarak sivrilecektir.

Peki bu tezler doğru muydu? Tabii ki değil. Çünkü günümüzde rahatlıkla görülebileceği gibi besin ürünlerinin miktarı insan nüfusunun gerisinde kalmadı. Gerçi dünya nüfusu, çok büyük oranda arttı fakat ürünlerin miktarı da önce sanayi devrimi, sonrasında ise hızlanan makineleşme ve günümüzdeki robot ve yapay-zeka sayesinde inanılmaz bir boyuta ulaştı. Kıtlık ortadan kalktığı halde çatışma ve savaşlar durmamıştı. Çatışma ve savaşların gerçek nedenini görmekten uzak olan Malthus’un teorisi de boşa çıkmıştı fakat kapitalist sömürü nedeniyle mallar ve besin ürünleri, adil olmayan bir şekilde belli bir kesimin tekeline geçmişti.[3]

Kısaca, besin ürünleri açısından gerçek anlamda kıtlık ortadan kalktığı halde, çatışma ve savaşların temelini oluşturan adaletsiz paylaşım kurallarında herhangi bir değişiklik olmamıştı. Ki bu da insanlığın içinde bulunduğu üçüncü aşamaya tekabül eder.

Üçüncü aşama ise, besin ürünlerinin hangi ilke ve kurallarla paylaşılıp tüketilmesinin insanlık açısından daha akıllıca olduğuna ilişkin siyasal-toplumsal ve felsefi (Etik) yasaların keşfidir. Ki bu da esas olarak toplumların yeni bir siyasal örgütlenme biçimi geliştirdiği ve ahlaki değerler benimsediği uygarlık aşamasıdır. Bu aşama esas olarak felsefenin ortaya çıktığı, insani ilişkileri daha hümanist kılan etik değerlerin temellendirildiği dönemdir. Bugün hala bu aşamada bulunuyoruz. Aslında bu değerlerin ne olması gerektiği konusunda da yeterince aydınlandık fakat üç cehalet nedeniyle bunları tam olarak hayata geçiremedik.[4]

Etik, insanlar arası ilişkilerden kaynaklı sorunların (kurumsal ve bireysel) insani normlar, kurallar ve ilkelerle belirlenmesidir. Bu aşamada insan, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinde “olması gereken” insani değerlerin saptanmasına yönelerek yeni bir toplumsal kültür, yeni bir insan tipi ve yeni bir yaşam tarzı benimsemeye yönelmiştir.

Böylece birinci aşamada insanlığın bedensel yeteneklerinin, ikinci aşamada siyasal örgütlenme yeteneklerinin, üçüncü aşamada ise felsefi kavrayış yeteneklerinin oluştuğunu (etik değerlerin oluşturulması) söyleyebiliriz.

Yemek Kültürünün Siyasallığı

Bu aşamada yemek ve tüketim kültürü, yeni bir toplumun inşasında daha doğrusu yeni bir toplumsal ilişki ve insani değerlerin yaratılmasında belirleyici bir araç olabilmektedir.

Besin ürünlerinin keşfi, işlenmesi ve üretimi, insan ilişkilerinde daha baştan itibaren ortaklaşmayı zorunlu kılan bir rol oynamıştı. Hatta insanlığın toplumsal örgütlenmesinin esas nedeninin bu olduğu bile söylenebilir.

Hem toplayıcı ve avcı topluluklarda hem de tarım ve sanayi toplumlarında üretim, toplumun bütün birey ve imkanlarının seferber edilmesiyle yani ortaklaşa davranış gösterilmesiyle yapılmak zorundadır. Ortaklaşma kültürü doğal bir zorunluluktu fakat dayanışma, adalet, vicdan ve güven kültürü, insanlığın uygarlık aşamasında yeni ahlaki değerler oluşturmasında belirleyici faktörler oldular. Bu açıdan bakınca, ilk andan itibaren besin ürünlerinin üretimi ve dolayısıyla yemek kültürü, ortaklaşa yaşamın vazgeçilmez kurallarının üzerinde şekillenmiştir.

Ortaklaşa yaşam, sadece bir tören veya ritüel değildir aynı zamanda toplumsal ve bireysel kimliklerin oluşmasında da önemli bir faktördür. Bu yüzden bugün hala birlikte yemek yapmaktan, evlerimizde eş, dost ve akraba ağırlamaktan, çeşitli tören ve kutlamalarda olduğu gibi ortak bir sofrada buluşmaktan mutluluk duyarız. Yemek kültürü, toplumsallaşan insana has bir kültürdür.

İnsan bir bakıma sadece nasıl ürettiğiyle değil, nasıl yediğiyle de insandır. Besin ürünlerinin tüketiminde başvurulan ince düşünülmüş ritüeller, vazgeçilemeyen gelenek ve alışkanlıklar, tabu ve yasaklar, insan ilişkilerini belirleyen ideolojik tavır ve inançlar da kimliklerimizin inşasında çok önemli roller oynarlar.

Bir toplumun yemek kültürü üzerinden onun ahlaki, siyasal ve kültürel değerlerini saptamak da mümkündür. İnsan ilişkilerinde ortaya çıkan çarpıklıkların çoğu, önemli belirleyenler olması nedeniyle siyasal ve ideolojik konumlardan kaynaklanır.

Bir coğrafyanın veya bir ülkenin mutfakta ne pişirdiği, yemekleri nasıl hazırladığı ve tükettiği, aynı zamanda o ülke ve coğrafyanın ahlaki ilkelerini, toplumsal yapılarını ve kültürel değerlerini de ortaya koymaktadır. Kültürel-inançsal farklılıklardan dolayıdır ki toplumlar çoğunlukla birbirinin yediklerini yemez, tüketim alışkanlıklarını takip etmez, yemek yeme yöntem ve tarzlarını benimsemez.

Nasıl ki bir bebek anne ve babasının konuşma dilini, onlardan sesleri duya duya öğreniyor ve kullanıyorsa, lezzet ve yemek kültürü kalıp ve alışkanlıkları da kuşaktan kuşağa kültür üzerinden aktarılmaktadır. Sadece bununla da kalınmaz, yemek kültürü üzerinden mitolojiler, dinler ve inançlar da belirlenerek aktarılır.

Tanrılar ve tanrıçalar hakkında anlatılan hikayelerin çoğu yemek ve besin kaynaklarıyla ilgilidir. Doğurganlık ve bereket tanrıçalarının, kurban törenlerinin temel alındığı kıssaların, yeme ve içme üzerine anlatılan mitolojik söylencelerin, masalların, kahramanlık öykülerinin belirlemediği herhangi bir kültür yok gibidir. Hatta kutsallıkların çoğu, besin kaynaklarımız olan hayvanlar ve bitkilerle ilgilidir.

Cennetten kovuluş hikayesinin temelinde bir yemişi yeme eylemi yok mudur? Hele ölümden sonra cennette sunulan vaatlerin çoğu yeme ve içme üzerine değil midir?

Birlikte yemek yeme, ortak ziyafetler ve toplulukların aynı sofrayı paylaşması üzerine kurulu söylenceler, atasözleri, kıssalar toplumların ortak amaçlarını da ifade etmektedirler. Örneğin “ekmek ve tuz hakkı” denen şey, güzel komşuluk ilişkisi ve aynı kaderi paylaşma arzusunu ifade eden dayanışmadır. Dilimize Farsçadan geçmiş olan nan-körlük de, “ekmek hakkı”na ihanettir.

İnsan Kültür Yaratan Hayvandır

Baştan da belirttiğimiz gibi yemek yeme eylemi, insanın en temel biyolojik ihtiyaçlarından biridir. Aynı şekilde insan, hem besin ürünlerini üretirken hem de onu tüketirken belli bazı kuralların yanı sıra kültür de yaratmış olur. İnsan, bilinçlenmeyle birlikte yaşam kurallarını ve davranış normlarının bütünü olan kültürü yaratmıştır. Kural ve ilke olmadan birkaç kişi ortak bir iş bile yapamaz.

Aristoteles’in “insan politik hayvandır” ifadesini değiştirerek “İnsan, kültür yaratan hayvandır!” da diyebiliriz. Doğal ortam bir zorunluluk olsa da kültür yaratıcı bir etmen olan “haz alma duygusu”, yapay ve doğa dışıdır. İnsanı insan yapan da aslında bu iki zıt kutup arasındaki gerilimin ürünü olan yaşamdır.

Felsefenin Yemek Kültürü

Bu yüzden binlerce yıl öncesinden itibaren peygamberler, filozoflar ve düşünürler, yemek yeme üzerine kurulu önermelerde bulunmuşlardır. Çünkü daha önce de vurguladığımız gibi yemek yeme, sadece biyolojik bir ihtiyacın karşılanması değil, aynı zamanda sosyolojik, felsefi ve tarihsel anlamı olan simgesel bir iletişimdir de.

Tüketimde ölçülülük, sahiplenmede kanaatkârlık, haz almada sınır tanımama (hedonizm) veya sınır getirme (çilecilik) gibi kavram ve değerleri vazeden dinler yaratılmış, devletler kurulmuş ve ütopyalar tasarlanarak yazılmışlardır.

Ekmeğin eşit bir şekilde bölünmesi, tutulan balık ve avlanılan hayvanların adil bir şekilde paylaşılması ve pişen yemeğin ortak sofrada yenilmesi, tarihin ilk anlarından bu yana ütopyalarda dile gelen en önemli ilkelerden biridir.

Minimalist Felsefede Yemek Kültürü

Ütopyalarda yemek yeme kültürü üzerinden hem toplumsal adaletin gerçekleşmesi amaçlanmış hem de insan bilincine vicdani anlamlar taşınmıştır.

Bu açıdan incelendiğinde görülecektir ki büyük filozof ve düşünürler, kaleme aldıkları devlet tasarılarında ve ütopyalarında yemek kültürünü paylaşımcılık, kanaatkarlık ve sadelik üzerine inşa etmişlerdir. Bu ilkeler aynı zamanda Minimalist felsefenin de ilkeleridir.

İki kavrama kısaca değinmek gerekirse, önce ütopya nedir?

Ütopya (u-topos=>u-topia), olmayan yer, olmayan devlet ya da özlenen ve arzulanan toplum demektir. Bu yüzden birçok ütopik eser, mevcut toplumsal yapı ve insan ilişkilerini eleştirerek yeni bir toplumsal ilişki ve doğayla uyumlu yeni bir yaşam tarzı önerir.

Minimalist felsefe gönüllü sadelik demektir. İnsanın toplumsal ilişkilerini ve varoluşunu çevreleyen nesneleri eleştirel bir gözle incelemesi; varoluş için zorunlu olmayan ilişki ve yüklerden, araç ve nesnelerden bilinçli bir şekilde uzaklaşmasıdır.

Minimalizm derken akla gelen başlıca ilkeler, önce sadelik sonra da özgünlüktür. Minimalizm hayatı sorgulamak, günlük yaşamı nesneler dünyası açısından eleştirerek gözden geçirmek, akla başvurarak doğayı ve insanı yok eden tüketim hastalığından kurtarmak ve insanın belli bir konuya ve konunun özüne yoğunlaşmasını sağlamak, onu ayrıntılardan ve gereksiz yüklerden kurtarmaktır. Aynı zamanda minimalizm, hayatın anlamlı alanlarına yoğunlaşmak, maddi yüklerden kurtularak manevi zenginliği yakalamak demektir.

Minimalizmin amacı, insanı nesnelere olan bağımlılığından kurtarmak, insan hayatının kalitesini yükseltmeye yardımcı olmak, insanı yüzeyselliğin ötesine taşıyarak ona asli olanı, yani yaşamı derinlemesine hissettirmektir.

Yemek kültürü açısından minimalizm, yemekleri mümkün olduğunca basit ve doğal malzemelerle hazırlamayı, gereksiz karmaşıklıklardan kaçınarak israfı önlemeyi ve az miktarda ama sağlıklı, lezzetli ve kaliteli yemekleri tercih etmeyi önemser.

Ütopyalarda Minimalizm

Bu açıdan bakınca ütopyalarda ifade edilen yemek kültürünün derin minimalist anlamı da anlaşılabilmektedir. Ütopyalarda söz konusu edilen etik değerlerin başında hakkaniyet ilkesi gelir; sonra onu özgürlük, dayanışma, mutluluk, kendine yeterlilik, sadelik, ölçülülük, doğayla uyum, boş zaman ve sağlıklı beslenme takip eder.

Bir insanın içinde yaşadığı toplumla ve ülkesiyle özdeşleşmesi çoğunlukla maddi ve manevi anlamda tatmin olma (mutluluk) ve hakkaniyet duygusuna dayanır. Çünkü mutluluk ve hakkaniyet duygusu insana güven verir.

Dayanışma ve mutluluk arayışı sadece insanı sosyalleştirmekle kalmaz, aynı zamanda insanın kendine ve toplumuna yabancılaşmasını da önler. Ölçülülük ilkesi ise hem insanın nefsini terbiye etmesini sağlar hem de doğanın ve emeğin değerinin bilinmesini sağlar.

Toplumlar ortaklaşa yaşam, dayanışma, hakkaniyet, mutluluk ve özgürlük duygusu temelinde sağlamlaşır. İnsanlar, onları toplum olarak var eden ilk temel ilkelerden koptukça ortaklaşa yaşamdan kaynaklanan dayanışma ruhu ve hakkaniyet duygusundan da mahrum kalırlar. Tabii özgürlükten de.

Bu yüzden filozoflar, ütopyalarda betimledikleri toplumları  çoğunlukla özgürlük, hakkaniyet, mutluluk ve ortaklaşmacı yaşam ilkesi üzerine inşa etmişlerdir.

Ütopyalarda herkesin gücü oranında üretime katkıda bulunması bir zorunluluktur, fakat herkesin ihtiyaçlarının karşılanması da mutlaklık derecesinde öngörülür. Betimlenen toplumlarda aylaklığa yer olmadığı gibi kimsenin kimseyi sömürmesine de izin verilmez. Üretim gibi tüketim de hakkaniyetle düzenlenir.

Örneğin ütopya yazınına adını veren Thomas More’un Ütopya’sında “tembelliğe kesinlikle izin verilmez ve orada hiç kimse işten kaçamaz.” Bu sayede ütopyalılar israfın olmadığı bir “bolluk içinde yaşarlar.” Orada ne zengin ne de dilenci vardır.[5]
Ütopya’da toplumun ihtiyacını gözeten yıllık üretim planları yapılır. Kentler birbirinin eksikliğini tamamlamak için örgütlenmişlerdir. Herkes kendinde fazla olanları verirken kendi ihtiyacını da diğerlerinden karşılıksız olarak temin eder. Muhtelif zorlukları, doğa koşullarının azizliğini dikkate aldıkları için Ütopya’da, her kentin erzak deposu kent sakinlerine iki yıl yetecek kadar ürünle doludur. Depolarda her türden tahıl, bal, yün, bez, tomruk, kök boyaları, kürk, reçine, içyağı, deri ve çeşitli hayvanlar bulunur…[6]

Thomas More, toplumu, ortak duyguda birleştirmenin yolunun aynı zamanda ortak sofralardan geçtiğini düşündüğü için toplu yemek geleneğine özel bir önem atfeder.

1516 yılında yazılmış olan kitapçıkta o günün kültürel koşullarını da yansıtan yemek yeme kültürü şöyle betimlenir: “Her blokta eşit aralıklarla oluşturulmuş ve özel isimler taşıyan büyük salonlar vardır. Bunlardan Syphograntlar sorumludur ve her birinde otuz aile toplu olarak yemek yer. Salonun iki yanına 15’er aile oturacak şekilde sıralar dizilerek düzenleme yapılmıştır. Görevli aşçılar, belli zamanlarda pazara gider ve yemek yiyenlerin sayısını saptayarak gerekli yiyecekleri alırlar.”[7]
Ütopya’da hastalar ve yaşlılar her zaman önceliklidir. “Yemek önce hastanelere ve hastalara verilir. Aşçı, doktorun talimatıyla pazardan getirdiği ürünleri insan sayısına göre salonlara dağıtır. Sadece Devlet Başkanı, başrahip ve Traniborlar özel bir muamele görürler. Ayrıca varsa, elçiler ve yabancılar da bu muameleye dahil edilirler ve onlara da özel bir salon ayrılır. Genelde bu çok sık rastlanan bir durum değildir. İnsanlar bu salonlarda öğle ve akşam yemeği için toplanırlar. Bir trompet sesiyle tüm yurttaşlar, ki buna Syphograntlar ve hastalar da dahildir, sofraya otururlar. Yemek ihtiyacı karşılandıktan sonra, isteyen pazardan da yiyecek alabilir. Ama insanlar bunu çok istisnai durumlarda yaparlar. Evde yemek yemek yasak değildir ama hiç kimse bunu yapmaz çünkü bu görgüsüzlük olarak görülür. Ve salonlarda bol ve lezzetli yemekler varken kimse evde yemek hazırlama zahmetine girmek istemez…
“Yemeklerin yapılışından hazırlanışına kadarki tüm işlerden sadece kadınlar, o da sırayla, sorumludurlar. Masadaki insanların sayısına göre üç dört kez servis yapılır; erkekler salonu görecek şekilde arkalarını duvara verirler, kadınlar ise iç tarafta otururlar. Böylece gebe kadınlar, mideleri bulandığı zaman, kimseyi rahatsız etmeden kalkıp emziren annelerin bölümüne gidebilirler. Emziren kadınlar, yemeklerini onlar için özel olarak ayrılmış bir bölmede bebekleriyle birlikte yerler. Bu bölümde, sıcak soba ve temiz su hiç eksik olmaz. Bebekleri uyutmak için beşikler de vardır. Bölme sıcak olduğu için, istenirse, rahat etsin ve serbestçe hareket edip oynasınlar diye bebeklerin bezleri çıkarılır…[8]
Yemek, ilk masadan başlayarak sırayla dağıtılmaz. Önce yaşlılara servis yapılır ve yemeğin en iyisi onlara verilir. Sonra da sırasıyla diğer masalara…  Ama yemek herkese yetmezse, yaşlılar kendi yemeklerinin bir kısmını istedikleri gibi çevrelerine dağıtırlar. Böylece, hem yaşlılara saygı artar hem de herkes eşit bir şekilde yemek yemiş olur.
Her öğle ve akşam yemeğinde ahlaki değerleri ifade eden bir parça okunur. Ama insanların tepkisine neden olmasın diye bu kısa tutulur. Bunun üzerine, yaşlılar ciddi ama kasvetli olmayan neşeli bir sohbete koyulurlar. Ama bütün yemek boyunca uzun uzun konuşmaz, gençlerin konuşmasına da fırsat verirler. Hatta yeteneklerini ve zekâlarını ortaya koyabilsinler diye daha çok gençleri konuştururlar. İnsanlar doğaldır ki yemek sırasında daha rahat konuşmaya eğilim gösterirler.
Akşam yemeği, öğle yemeğinden daha uzun sürer. İşin ardından, akşam yemeğini uzun tutmayı ve ondan sonra uyumayı sindirim açısından daha sağlıklı bulurlar. Akşam yemeklerinde müzik eksik olmaz ve mönüde mutlaka tatlı bulunur. Yemeği neşeli hale getirecek ne varsa yapılır. Tütsüler, buhurlar yakılır, güzel kokulu sular serpilir. Özellikle bu tarz eğlenceye çok önem verilir. Zararsız bütün eğlenceler mubahtır…”[9]

Görüldüğü gibi Thomas More, Ütopya adlı eserinde ortaklaşa yemek yemeyi, yemeği hakkaniyetle paylaşmayı; yaşlılara, hamile kadın ve hastalara öncelik tanımayı, toplumsal birliğin, mutluğun ve dayanışmanın önemli unsurlarından sayar. Böylece toplumda birlik ve dayanışma ruhu da güçlendirilmiş olur…

Platon’da Yemek Kültürü

Rönesans döneminin yazarlarına esin kaynağı olan Platon’un da Devlet[10] adlı ütopik bir eseri vardır. Platon Devlet’te sağlıklı bir toplumun hangi koşul ve ilkeler temelinde oluştuğunu anlattıktan sonra toplumsal yozlaşmanın sömürüyle başladığını aktarır.

Platon’a göre sağlıklı toplumlar, ihtiyaçlarını başkasını sömürmeden, köleleştirmeden ve başkalarına ait topraklara, işliklere çökmeden başarabilen toplumlardır. İhtiyaçtan fazlasına tamah eden, yapay ihtiyaç dürtüsüyle başkalarını çalıştırıp sömüren toplumlarınsa mutlu olamayacaklarını vurgular. Böyle olursa toplum içinde huzur kalmaz, insan ve aileler bir koşuşturmacanın içinde yok olup giderler…

Platon’a göre ideal toplumda toplumun refahı ve sağlığı için doğru beslenme ve düzenli yemek yeme alışkanlıklarının önemi büyüktür.[11] Yemekler temiz, sağlıklı ve ölçülü olmalıdır.
Platon eserinde aşırı lüks ve zevk amaçlı yemek kültürünü de eleştirir. Ona göre, yeme-içme tutkusu insanları hırslı, doyumsuz ve kontrolsüz hale getirir. Bu da toplumdaki gelenek ve düzeni, vicdanı ve adalet duygusunu zaafa uğratır. Platon, ölçülü ve sade bir beslenmenin daha sağlıklı ve toplumsal düzeni destekleyen bir yaklaşım olduğunu savunur.

Platon’a göre doğal koşullarda yaşayan toplumlar, yani henüz zenginliğe ve israfa batıp yozlaşmadan önce sadeliği tercih eder, “arpadan, buğdaydan yaptıkları güzel çöreklerle yetinir ve mutlu bir hayat “yaşarlardı. Yanlarına serdikleri hasırların, temiz yaprakların üzerine dizecekleri bu ekmek ve çörekleri sarmaşık, mersin yaprakları üzerine uzanıp çocuklarıyla beraber keyifle yiyecekler; üstüne de şaraplarını içecekler…

“Tabii onların tuz, zeytin, peynir gibi katıkları da olacak. Soğanla, lahanayla, köy yemekleri de pişirecekler. Önlerine incir, nohut, bakla gibi çerezler de konacaktır. Bir yandan mersin yemişiyle palamudu küle gömecekler, bir yandan da azar azar içecekler. Barış ve sağlık içinde böyle doğal bir yaşayıştan sonra, ihtiyarlayıp ölecekler. Ölünce de aynı yaşayışı çocukları sürdürüp gidecek…”[12]

Böylesi bir toplumun henüz bozulmadığını, toplumda eğriliğin ve doğruluğun ne olduğunun bilindiğini vurgulayan Platon, kendi içinde bozulmuş hastalıklı toplumu ise şöyle betimler: “Bu toplumda insanlar elindekiyle yetinmeyecek. Yataklar, masalar, her çeşit eşya, katıklar, kokular, kadınlar, tatlılar isteyecekler hatta bunların türlü türlüsünü… Böyle olunca da demin başta saydığımız ev, elbise ve kundura yaşamak için en gerekli şey sayılmayacak. O zaman gelsin resim, gelsin nakış… Altınımız, fildişimiz ve buna benzer şeylerimiz olsun diyecekler… Sonra lalalar, dadılar, oda hizmetçileri, sütnineler, berberler, sonra aşçılar ve aşçı yamakları istenecek… Otlaklarımız, tarlalarımız bize yetmez olunca komşularımızınkini ele geçirmek isteyeceğiz. Onlar da bizim gibi zorunlu gerekler sınırını aşıp sonsuz bir mal edinme hırsına kapılmışlarsa bizim toprağımızı almak isteyeceklerdir…”[13]

Ayrıca, Platon Şölen adlı eserinde de toplu yemek ritüellerinin sosyal ilişkilerde önemli bir rol oynadığını özellikle vurgular.[14]

Sparta’da Yemek Kültürü
Başta Platon olmak üzere, hemen hemen bütün antik çağ yazarlarının esinlendikleri veya bahsetmekten vazgeçmedikleri Sparta toplumu yemek kültürüyle ünlüdür. Onlar sade ve besleyici yemekleri tercih ederler. Sadece yemeğin niteliğine değil, aynı zamanda yemeğin nasıl ve hangi ortamda yenmesi gerektiğine de çok önem verir ve hatta bunu devletlerinin kuruluş ilkelerinden biri haline getirirler.

Sparta, antik Yunanistan’da özellikle askeri disipliniyle ünlü bir kent devletiydi. Spartalılar, güçlü bir ordu kurabilmek için cinsiyet ayrımı gözetmeyen sıkı bir eğitime ve sade yaşam tarzına önem verirlerdi. Bu nedenle, Sparta’nın yemek kültürü diğer Yunan kent devletlerinden oldukça farklıydı.
Sparta’da yemek kültürü ve yemek kültürüne eşlik eden kap kaçaklar genellikle işlevsel, basit ve sadeydi. Spartalılar, zengin ve lüks yemeklerden ziyade, besleyici ve bedensel gücü artıran yiyecekleri tercih ederlerdi.
Sparta’da tipik bir öğünde mutlaka ekmek bunun yanı sıra peynir, zeytinyağı, sebze, çoğunlukla lahana çorbası, et ve bazen de balık bulunurdu. Et tüketimi, diğer Yunan kent devletlerine oranla daha yaygındı çünkü Spartalıların efsanevi lideri Likurgos, güçlü ve dayanıklı askerler yetiştirmek için protein alımına önem verirdi.
Likurgos’un ünlü yasalarıyla birlikte Spartalılar, yemeklerini ortak bir sofra etrafında yerlerdi. Bu, toplumsal bağları güçlendirmek, eşitliği ve hakkaniyeti gözetmek ve birlik duygusunu teşvik etmek amacıyla başvurulan bir uygulamaydı.

Ayrıca, sofrada adaletin sağlanması ve aşırılıklardan kaçınılması gibi bir düzen de sağlanırdı. Likurgos “aynı zamanda, yemek miktarını öyle ayarlardı ki insanlar ne tıka basa yer ne de açlık çekerlerdi. Ama sofralar, hem yakalanan avlarla hem de hali vakti yerinde olanların getirdikleri buğday ekmeğiyle takviye edilirdi. Sofra bu sayede ne aşırı bolluk içindeydi ne de fakirdi.[15]

Likurgos, diğer Yunan kent devletlerindeki uygulamanın aksine, genç-yaşlı demeden bütün toplumu ortak sofralarda buluşturur, aynı mekanlarda eğlenmelerini sağlardı. Böylece daha genç olanlar daha yaşlı olanların tecrübelerinden yararlanabiliyorlardı. Böylece ortak yemeklerde herhangi bir kişinin yaptığı iyi şeylerden bahsetmek de bir alışkanlık haline gelmişti. Bu sayede hiç kimse, aşırı içkinin etkisiyle uygunsuz bir davranış gösterme veya konuşma fırsatı bulamazdı. Tabii ortak sofraların bir başka faydası daha vardı: Herkes ortak yemekten sonra eve kadar yürümek zorunda olduğu için hiçbir kimse aşırı miktarda içki içmez ve yollarda yalpalayıp durmazdı. Yemekten sonra hareket edenlerin sağlıklı, adaleli ve güçlü oldukları da deneyimle kanıtlanmıştı.[16]

Ayrıca, Likurgos Sparta’da diğer Yunan kentlerinin pek bilmedikleri bir başka kuralı daha zorunlu hale getirmişti: “Yanında azık bulunmayan avcılar ve yolcular aç kalmasınlar diye herkes evindeki hazır yemeklerden bir miktarını yolun belli noktalarına bırakmak durumundaydı. Yemekten ihtiyacı kadarını alanlar, azığın geri kalanını başka biri daha faydalansın diye olduğu yere bırakırlardı. Böylece hem herkes birbirine faydalı olur hem de az şeye sahip olanlar, ülkede bulunan her şeyden bir parça pay almış olurdu…”[17]
Sparta’da yemek kültürü, askeri disiplini ve sağlıklı yaşamı desteklemeyi amaçlayan bir yaklaşımla ele alınırdı. Spartalılar, basit ve besleyici yiyecekleri tercih ederken aşırılıklardan kaçınırlar ve paylaşma kültürüne çok önem verirlerdi.

Modern Ütopyalarda Yemek Kültürü

Hem Thomas More’dan önce hem de ondan sonra yazılan ütopyalarda mutlaka yemek kültürüne ilişkin bir bölüm yer almaktadır. Çünkü daha önce vurguladığımız gibi filozof ve düşünürler, gelecekte tasarladıkları toplumların dengeli bir gelişme kaydedebilmeleri için dayanışmacı ve ortaklaşmacı bir yemek kültürünün zorunlu olduğunu düşünmüşlerdir.

Antik çağda yaşadığını Diodorus Sicilus’tan bildiğimiz Jambulos’un Güneş Adaları adlı eserinde rastladığımız bu ilkelerle oldukça modern dönemde yazılmış 2000 Yılından Geriye Bakış (Edward Bellamy, 1887), Yarın (Robert Havemann, 1980) ve Ökotopya (Ernest Callenbach, 1980) adlı eserlerde de karşılaşmak bir tesadüf olmasa gerek.

Makaleye son verirken, Türk ütopyalarından da bahsetmemek olmaz. Türk ütopyalarının en ilginçlerinden biri olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın kaleme aldığı Hayat-ı Muhayyel’i örnek alabiliriz.

II. Abdülhamit’in uzun yıllar süren istibdat rejiminden sıkılan ilerici aydınlar, Yeni Zelanda’ya yerleşerek orada ortaklaşa yaşayan bir toplum kurmak istemişlerdi. Bu bir hayal değildi, ciddi bir girişimdi. Bu girişimin başında ise bir kültür hareketi olan Serveti Fünun’un önderi Tevfik Fikret bulunmaktaydı. Büyük bir istek ve çabayla başlayan bu girişim, inşa edilecek konutların planları dahi yapılmışken sona erer. Çünkü istibdat rejimi, aydınlara birçok zorluk çıkarmıştır. Bunun üzerine hareketin genç üyelerinden olan Hüseyin Cahit Yalçın, Hayati Muhayyel adında ütopik bir eser kaleme alarak bu girişimi hem edebileştirir hem de ebedileştirir.

Hayati Muhayyel uzun bir metin değildir fakat Avrupa’da yayımlanmış ütopik sosyalist eserlerden bazı ipuçları taşır. Yeni Zelanda’da kurulması planlanan ütopyada o gün açısından modern bir yaşam tarzı planlanmıştır. Herkes yeteneğine göre ve özgürce istediği işlerde çalışacak, tüketim ise hakkaniyetli ve ortaklaşa yapılacaktır. Akşamları ortak bir sofra etrafında buluşan komün sakinleri, günün yorgunluğunu edebi ve sanatsal etkinlikler yaparak, şarkılar söyleyerek ve şiirler okuyarak atacaklardır.

Bu kısmı Hüseyin Cahit Yalçın şöyle betimler: “Biz bu çalışmaya en önce köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazırdı. Bunlar uzun uzun samimi münakaşalar neticesinde hep karara bağlanmıştı. Köşklerimiz öyle büyük, süslü değildi. İhtiyaçlarımıza, ancak ihtiyaçlarımıza yetecek kadar küçük, kışın fırtınalarına dayanacak kadar metin fakat zarif, sevimli, sade, bilhassa sadeydi. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük salon, çocuklarımız için birer küçük oda, birer yatak odası vardı. İhtiyaçlarımızı da mümkün olduğu kadar azaltmıştık. Zaten süslü salonlardan, tabii olmayan kirli hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sade, elzem, yalnız elzem olan eşyalar memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak için yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika eşyalara muhtaç değildik. Aile hissi, bu dostça yoldaşlık, çalışma ve gayret bizi mesut ediyordu. Birbirimizin yanında yaşamaktan, zihinlerimizde insanlık için layık gördüğümüz bir hayat ile yaşamaktan, birbirimizi sevmekten, çalışmaktan, çocuklarımızı büyütmekten, bu saf hayattan, bu sade hayattan ah, bu hayal edilmiş ve aziz hayattan– mesuttuk.
Köyümüzün ortasında müşterek bir bina vardı. Burası hepimizi alacak kadar geniş bir yemek salonundan, yine büyük bir salonla bir kütüphaneden meydana geliyordu. Sabah akşam bütün aileler bu sofranın etrafında birleşirdik. Çocuklarımız yanlarımıza oturur, şenlikli bir şamata, samimi bir hava içinde neşeli bir yemek başlardı. Hizmetçilerimiz yoktu. Hepimiz birbirimizin hizmetçisi, esiriydik. Her akşam bir aile nöbetleşe hizmet görürdü ve böyle sevdiklerimizin bir işini görmekte, onların tabaklarını kaldırmakta, yemeklerini vermekte ayrı bir lezzet, derin bir sevinç duyardık. Sonra balkonda kahveler içilir, latifeler sürüp giderdi. Salona çekildiğimiz zaman şenlikli konuşmalar arasında köyün hayatıyla alakalı meseleler hallediliverir, her şeyden bahsolunur, sonra biraz piyano çalınır, biraz şiir okunur, saatlerin uçup gitmesinden habersiz kalınırdı. Küçük meleklerin pak bakışları mahmurlaşarak göz kapakları düşmeye başladığı zaman artık anlardık ki ayrılma vakti gelmiştir. Âdeta derin hasretlerle veda eder ayrılırdık. Herkes çocuklarını elinden tutarak kendi yuvasına çift çift dönerdi.
[18]

Bu eserlerde de ortaya konduğu gibi Ütopyalar sadece edebi eğlencelikler olsun diye yazılmazlar, aynı zamanda yaşam kılavuzu olarak bizzat hayata geçirilsinler diye yazılırlar.

Eğer bu yazıyı beğendiyseniz, lütfen şu yazıya da bakınız:


[1] William Godwin, Über Politische Gerechtigkeit, Liberted Verlag, Berlin, 1983.

[2] Thomas Robert Malthus, Nüfus İlkesi, çev. Çağla Taşkın, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, 2017.

[3] Karl Marx ve Lenin, kapitalist sömürünün nasıl işlediğini Das Kapital ve Emperyalizm kitabında etraflıca incelemişlerdi.

[4] Üç cehaletin ne olduğuna ilişkin şu yazıma bakılabilir: https://sadikusta.com.tr/inanclar-neden-revacta-ve-ne-yapilabilir/

[5] Thomas More, Ütopya, çev. Sadık Usta, Kafka Kitap, İstanbul, 2019, s.164.

[6] Thomas More, Ütopya, s.165.

[7] Thomas More, Ütopya, s.162.

[8] Thomas More, Ütopya, s.161.

[9] Thomas More, Ütopya, s.163.

[10] Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu-M.A. Cimcoz, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.

[11] Age.

[12] Platon, Devlet, s.59.

[13] Platon, Devlet, s.60

[14] Platon, Şölen, çev. Furkan Akderin, Say Yayınları, İstanbul, 2015.

[15] Sadık Usta, İlkçağ Ütopyaları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s.93

[16] Sadık Usta, İlkçağ Ütopyaları, s.94

[17] Sadık Usta, İlkçağ Ütopyaları, s.95

[18] Sadık Usta, Türk Ütopyaları-Osmanlı’dan Günümüze Özgürlüğü Aramak, Kafka Kitap, İstanbul, 2022, s.370-371.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir