Gandi’den Öğrenmek…
Sene 1893… Güney Afrika
Koyu tenli, kısa boylu genç adam, bir İngiliz centilmeni olmanın verdiği güvenle
trene binmiş ve sonra da koltuğuna kurulmuştu ki… Sakallı ve sarışın bir adamın
yüzü belirdi kapıdan… Adamın kafasını kompartımanın kapısından içeri
uzatmasıyla geri çekmesi bir olmuştu. Tiksintiyle oradan uzaklaşan adam bir iki
dakika sonra kondüktörle birlikte kompartımanın kapısına dayanmıştı…
– Hey sen, ne arıyorsun burada?
– Bayım Pretoria’ya seyahat ediyorum…
– Kıçına tekmeyi yemeden defol git buradan… Haydi yallah arkadaki yük vagonuna.
– Affedersiniz bayım, bakın birinci sınıfta yolculuk edebileceğime dair bir
biletim var.
– Nereden aldın o bileti, kim verdi sana o bileti?
– Londra’da avukatım ben, avukatlık bürom tabii ki.
– Hemen defolup gitmezsen arka vagona ilk durakta kıçına tekmeyi basıp aşağı
atacağım seni…
İlk durakta bir polis tarafından tekme tokat aşağıya atılan genç adamın
yere kapaklanmasıyla birlikte valiz ve çantaları da arkasından perona
fırlatılmıştı…
Bu genç adam, yıllar sonra, dünyanın bütün denizlerine hakim olan,
topraklarında güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’na sadece korkmayı
öğretmeyecek; aynı zamanda bütün ezilenlere ilham kaynağı da olacaktı. Bu genç
adam Mohandas Karamcand Gandi, namı diğer Mahatma Gandi’ydi.
Irkçılığın vahşi şiddetiyle tanışan Gandi, bu olaydan otobiyografisinin bir
bölümünde bahseder. Anlatılan bu hikaye Gandi’nin kaleminden çıkmadır…
Pek çok kaynak, Gandi’yi büyük bir özgürlük savunucusu, sivil direnişin
teorisyeni ve pratisyeni olarak tanımlar; bunlar doğrudur ama eksiktir.
Hindistan’a bağımsızlığını kazandıran, emperyalist ülkelere titremeyi öğreten;
yüzyıllar boyunca ezilmiş, horlanmış, aşağılanmış, yok sayılmış ve iliğine
kadar sömürülmüş bir ulusa onurunu vermiş bir lider olması onu en iyi
tanımlayan özellikleridir.
1869 yılındaHindistan’da, aristokrat sınıfına mensup bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya gelen Gandi’nin isminin manası, “güzel kokan”, “mis gibi kokan”
anlamındadır. Aile onu önce özel okullara sonra da hukuk alanında eğitim alsın
diye Londra’ya gönderir.
19. yüzyılda Batı’da ırkçı teoriler pek revaçtadır… Gelişmekte olan kapitalist
ülkeler, dünyayı dizginsiz bir şekilde sömürebilmek için ideolojik ve siyasi
gerekçeler bulmaktadırlar. Irkçılık kuramı Batı’nın bütün toplumlarını etkisi
altına almıştır. Koyu tenliler, Asyalılar, Hıristiyanlığın dışındaki diğer
dinlere mensup insanlar, eğitim ve konumları ne olursa olsun toplumsal hayattan
dışlanmakla kalmıyor, aynı zamanda zulme de uğruyorlardı.
Genç Gandi de Güney Afrika’da bunu bizzat yaşayarak tecrübe edinmişti.
Pretoria’da, sokağa çıktığı ilk andan itibaren beyazlarla aynı kaldırımı bile
kullanamayacağını deneyimle öğrenmişti. Güney Afrika’da Siyahi yerliler,
Hintliler ve diğer Asyalı uluslara mensup insanların her hareketi, çalışması,
seyahati özel izne tabiydi. Evlilikleri de yok hükmündeydi, çocukları “piç”
sayılıyordu… Beyazların siyahlara ve koyu tenlilere yönelik eylemlerinin,
yaralama ve öldürme olayları dahil, hiçbir cezai müeyyidesi yoktu.
Gerçeklere Sarılmak…
Siyasi açıdan deneyimsiz genç bir avukat olan Gandi, ırkçılığa karşı ilk
direnişini Güney Afrika’da başlatır. İngiliz sömürge hükümetinin Güney
Afrika’da yabancılara uyguladığı parmak izi verme zorunluluğunu protesto etmek,
yani Hintlilerin sadece yurttaşlık haklarını değil, evliliklerini de yok sayan
ırkçı yasaya karşı mücadele etmek için kollarını sıvar. Bütün ezilenlere ve
mazlumlara ırkçı kibre, emperyalist yasalara, baskı ve sömürüye karşı etnik ve
dini ayrım gözetmeden birleşmeleri için çağrı yapar. Güney Afrika’daki
mücadelesi ona önemli bir deneyim kazandırır: bütün Hintliler; yani Hindular,
Budistler ve Müslümanlar ancak birlikte mücadele ettiklerinde
kazanabileceklerdir. Hatta emperyalizmin “böl ve yönet” siyasetini boşa
çıkarmak için bir Hindu olmasına rağmen “Müslümanlar için ölmeye hazırım” diye
de ilan eder.
Gandi mücadelesinin taktiklerini de oluşturur: Haklı zemin, meşruiyet, sağlam
irade, resmi kurumları boykot, şiddet içermeyen ama hasmının iradesini kıran
kararlı duruş…
Gandi gittiği her yere direnişin ruhunu götürür, kazanma umudu aşılar. Kısa bir
süre sonra da, hem devletin en çok hapse attığı siyasi mahkum hem de halkın her
sorunda başvurduğu bir lider olarak ünlenir. En büyük destekçisi ise onun gibi
aristokrat bir aileden gelen karısıdır.
Gandi, Pretoria’da direnişin başarısı için bir ilkenin vazgeçilmez olduğunu
kavrayacaktır: Gerçeklik duygusu… Başarılı olmak isteyen herkes, çıplak
gerçekliği olduğu gibi görmeyi öğrenmelidir. Aksi takdirde hayatta başarı şansı
yoktur. Gandi’ye göre “Gerçeklik duygusu, şiddet kullanmayı yadsır, çünkü
insanoğlu, mutlak gerçekliği hiçbir zaman bütünüyle kavrayamayacağı için
cezalandırmanın bir yöntemi olarak şiddeti de kullanmaya hak kazanamaz.”
Enteresan bir bakış açısı…
Ayrıca direnişin dört ilkesini de şöyle açıklar: Mevcut yönetimi tanımama…
Emperyalizmin sömürgeci bürokrasisini muhatap almama… Adalet sistemini, kışkırtıcı
eylemlerle boşa çıkarma… Eğitim sistemini tümden reddetme…
Ona göre bunlar yeni değildir: “dünyaya yeni bir şey öğretmeye lüzum yok.
Gerçeğe dayanmak, şiddet içermeyen barışçıl direniş, dağların varlığı kadar
eskidir. Tek yaptığım şey, her ikisini de en geniş kitlenin katılımını
sağlayacak bir şekilde denemeye girişmiş olmamdır” diye ifade eder.
Sivil Direnişin Öyküsü
Gandi bu ilkelerin çok eski bir geçmişe sahip olduklarını söylerken haklıdır.
Sivil itaatsizliğin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir.
Nedir sivil itaatsizlik? Yasalar nezdinde suçlu gözükmekle birlikte manevi
anlamda haklı olmak ve mevcut yasaların iradesini yok saymak; yani hak’ yolunda
olmak ve meşruluğu her şeyin üzerinde tutmak…
Sivil direnişin izini kadim Anadolu’nun bilgeliğinde, Antikçağ felsefesinde,
Pitagoras’ın kozmopolitizminde, Diyojen’in sinik felsefesinde; Mısır’da
ebelerin erkek bebekleri öldürmeme geleneğinde; Olimpos’un hakanı Zeus’un
emrini çiğneyen Prometheus’un isyanında; devlet tarafından öldürülen kardeşini
“defnederek” toplumsal ahlakı yücelten Antigone’nin direnişinde; Yunan
kavimleri arasındaki Peloponnez Savaşı’nı durdurmak için silahların ve
hazinenin bulunduğu tapınağı oturma eylemiyle bloke eden Atinalı kadınların
“savaşa dur!” haykırışlarında görüyoruz…
Roma’daki en ünlü sivil direniş ise kuşkusuz, aristokratların imtiyazlarına
karşı direnen pleblerin kent hayatını felce uğratan sivil itaatsizlikleridir…
Modern tarihin en ünlü sivil direnişi ise Amerikalı filozof ve eylem adamı
David Thoroau’nun eylemidir. 1845 yılında, ABD’nin köleliği kaldırmamasını ve
ayrıca Meksika’ya karşı yürütülen saldırgan savaş politikasını protesto etmek
için “kafa vergisini” ödemeyi reddeden Thoreau, ormanda bir kulübe inşa ederek
kendisini toplumdan ve devletin kurumlarından soyutlar… Bu eylem modern tarihin
en popüler sivil direnişi olarak ünlenir. Thoreau, eyleminin kuramsal
gerekçesini “Devlete Karşı Sivil Direniş Görevi Üzerine” adlı eserinde ortaya
koymuştu.
Gandi’ye göre sivil direnişin esası “adil olmayan yasalar bulmak ve bunları
bilinçli olarak çiğneyerek hukuk sistemini uygulanamaz haline getirmektir. Bu
yolla söz konusu yasaları koyanların haksız konumları da gözler önüne
serilecektir.”
O birçok kez hapse atılmış, fakat hapisten çıktığı anda yeni bir eylemle polis
teşkilatını ve ırkçı yönetimi çileden çıkarmayı başarmıştır. Gandi’nin en
önemli özelliği, geniş halk yığınlarını seferber etmesidir; meşru ve haklı bir
zeminde kalmak ve her daim eylemden basını haberdar etmek. Bu sayede hem
eylemler kitleselleşiyor hem de basın sayesinde İngiliz yönetimi üzerinde baskı
kuruluyordu.
Gandi, eylemlere aklının estiği gibi başlamaz. Onları bir kampanya halinde
örgütler ve topluma mal etmeyi esas alır. Bu nedenle de, önce bu yasaları koyan
Britanya Kralını ve Güney Afrikalı vekilleri bir mektupla uyarır sonra da hangi
gün ve hangi koşullarda, adil olmayan hangi yasayı, hangi gerekçeyle
çiğneyeceğini de ilan eder. Böylece Gandi, politik eyleme yeni bir üslup
getirir: şeffaf olmak. O eylemlerini gizli toplantılarda değil, aksine herkese
açık ortamlarda planlar ve kapsamını da ilan eder.
Gandi, sadece sivil direniş eylemleri planlamaz; aynı zamanda, özel mülkiyetin
bulunmadığı, doğayla uyumlu bir şekilde yaşayan topluluklar ve komünler de inşa
eder. Nitekim eylemler, 1914 yılından itibaren ilk meyvelerini de vermeye
başlar. Büyük Britanya, yabancı düşmanı yasaları ve ırkçı düzenlemeleri
Hintliler açısından yürürlükten kaldırır.
Bütün Hintlileri Birleştirme Ülküsü
Gandi, 1894 yılında kuruluşuna katıldığı Hindistan Ulusal Kongresi üzerinden
birçok eylemin örgütlenmesini sağlamış; Hinduları ve Müslümanları ortak bir
dava etrafında birleştirmişti. Artık Gandi’ye göre Güney Afrika’da yapılacak
bir şey kalmamıştı… Bundan böyle mücadeleyi daha üst bir noktaya taşımalıydı;
eylemleri daha güçlü bir şekilde hayata geçirmeli; özgürlük davasını büyük bir
coğrafyada etkin kılmalıydı ki bu ancak Hindistan’da olabilirdi.
“İngilizler Hintlilerin yardımına başvurmadan traş bile olamazlar” derdi Gandi.
O İngilizleri, köklü ve uzun erimli bir mücadeleyle Hindistan’dan söküp atmaya
karar vermişti. Şiddet kullanılmayacaktı… Bunu da sonradan dünya çapında ses
getirecek olan ünlü Tuz Yürüyüşü’yle yapacaktı.
Ama önce o Hintlileri tanımalı onlar da Bapu’yu tanımalıydılar. Bapu,
Hintlilerin ona taktığı bir lakaptı: Ulusun atası… Mahatma unvanı ise ona en
derin anlamıyla layık görülmüştü: Yüce Ruh. Sanki Hegel, “Halk Tini”nin
tarihsel görevinden bahsederken Gandi’nin rolüne işaret etmişti. İngiliz
siyaset adamı Churchill ise onu küçümsemek için ona “Hint fakiri” derdi. Ancak
hakikaten üzerindeki küçük bir bez parçasından başka bir şeye sahip olmayan o
Hint fakiri, İngilizlerin bükülmez sanılan bileğini fena bükecekti…
Mahatma Gandi Hindistan’da en büyük desteği, Ulusal Kongre’nin lideri Gopal
Krishna Gokhale’den görecekti. Gophale, Gandi’ye ülkeyi dolaşmasını, halkı
tanımasını, şiddeti her açıdan reddetmesini, sistemin içine girerek onu sivil
itaatsizlik eylemleriyle felç etmesini tavsiye edecekti. Bu tavsiyeler Gandi’ye
çok uygundu, çünkü o da başarının ancak bu tarz eylemlerle mümkün olduğunun
bilincindeydi. Gandi’ye göre Hindistan’da Britanya İmparatorluğu şiddetle dize
getirilemezdi, ama sivil itaatsizlik eylemleriyle yıpratılabilir ve
çökertilebilirdi.
Gandi’nin bir yürüyüşle birden bire başarı kazandığını düşününler fena halde
yanılırlar. Gandi her eylemini önce küçük ölçekte planlar, bunu bir bölgede
sınar, tecrübe kazanır ve sonra onu teorileştirirdi.
İki büyük eylem sömürge yönetiminin önünde sonunda kaybedeceğini ortaya
koymuştu.
Bunlardan biri indigo diğeri de tuz eylemiydi.
1918… Kamperan ve Keda…
İngiliz yönetimi, Kamperan ve Keda bölgesindeki Hint köylülerini bitkisinden
boya üretilen indigo üretimine zorluyordu. Son iki yıldır ürün verimli
olmamıştı; ayrıca hem İngiliz toprak baronlarına kira ödemek hem de ürettiklerini
İngiliz şirketlerine sabit bir fiyattan satmak zorundaydılar. Bu işlemin
adaletsizliği ve akılsızlığı; sömürünün katmerli oluşu; mevcut durumun halkta
yarattığı öfkenin görmezden gelinmesi, İngiliz yönetiminin ve kapitalistlerin
gözünü bürüyen kâr hırsının onları nasıl bir çıkmaza soktuğunu bir kez daha
gözler önüne seriyordu.
Tarih Sanki Tekerrür Etmektedir…
Sene 1776…
1776 yılında patlak veren Amerikan Bağımsızlık mücadelesinin en önemli
nedenlerinden biri, İngiliz hükümetinin dayattığı aşırı vergilerdi. Her
“b*ktan*” yeni bir vergi çıkaran İngiliz yönetimi, en sonunda çay ürünlerine de
vergi koyunca Amerikalılar da dayanacak hal kalmamıştı. Nitekim
Philedelphia’daki “Çay Partisi”nde onlara günlerini göstermişlerdi. İngiliz
parlamentosunda temsil edilmemelerini gerekçe gösteren Amerikalılar, “eğer
parlamentoda temsil edilmiyorsak, vergi de vermiyoruz” demişlerdi, yani “No
taxation without representation”.
Şimdi de Hintli köylüler buna benzer bir yönteme başvuruyorlardı. Eğer vergiler
kaldırılmaz, toprak kiraları düşürülmez, istedikleri üretimi yapma hakkı
tanınmazsa İngiliz yönetimiyle hiçbir alanda işbirliği yapmayacaklarını ilan
etmişlerdi. Artık devlet kurumlarını takmayacaklardı, ki sloganları da hazırdı:
“Non Cooperation”.
Direniş hızla bütün bölgeye yayılmıştı… Birçok eylemci katledilmiş; Gandi ve
hareketin birçok önderi hapse atılmıştı… Ama sonunda… Sadece köylülerin
talepleri kabul edilmekle kalmadı; aynı zamanda, sel felaketi nedeniyle açlık
sınırında yaşayan bölgedeki köylüler vergilerden de muaf tutuldular.
Gandi’nin başında olduğu ve teşvik ettiği her eylem mutlaka acil bir ihtiyaçtan
kaynaklanıyordu, eylem ek koşullar içermeyen somut taleplere dayanıyor ve
başarı kazandıktan sonra da hızla yeniden günlük hayata dönülüyordu.
Gandi’nin amacı kesindi: İngiliz yönetimini yıpratarak ülkeden söküp atmak;
Hindu ve Müslüman demeden bütün Hindistan’ı birleştirmek. Onun için
eylemleriyle hem emperyalist tahakkümü hedef alıyor hem de halkın kendi içinde
bütünleşerek bir adım daha özgürleşmesini sağlıyordu.
Gandi, sivil itaatsizlik eylemlerini olaylara şiddetin bulaşmasından dolayı tam
üç kez kesmek zorunda kalmıştı.
Otoritesinin dinlenmediğini gördüğünde aktif eylemi bırakarak kenara
çekiliyordu. Ama boş da durmuyordu; ya kendisini teorik ve felsefi
araştırmalara veriyor ya da toplumun aydınlanması için farklı yöntemlere
başvuruyordu. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele ediyor; toplumsal
kayıtsızlığa, kast imtiyazlarına, kadınlara yönelik şiddete, küçük yaştaki kız
çocukların evlendirilmesine, kadınların örtünmeye zorlanmasına ve dulların
yakılmasına karşı mücadeleyi örgütlüyordu. Bunların yanı sıra yerli malı
tüketimini teşvik eden çabalara vurgu yapıyor, örnek yaratmak için de eşitlikçi
komünlerin hangi temelde kurulması gerektiğini gösteren projeleri hayata
geçiriyordu.
Ama Gandi sanki unutulmuştu… Sanki bir zamanlar ortalığı kasıp kavuran ruh
çekip gitmişti…
Küllerinden Doğmak
Son 6 yıldır inzivaya çekilmiş sade bir hayat yaşıyordu… Düş kuruyordu…
İnsanların sömürülmediği, horlanmadığı; kast ve sınıf imtiyazlarının olmadığı;
dini ve etnik farklılıkların hoşgörüyle karşılandığı; herkesin eşit ve kardeş
olduğu; halkın refah ve mutluluk içinde yaşadığı özgür ve bağımsız bir ülke
düşlüyordu…
Bu arada iç çatışmalar da yeniden yoğunlaşmıştı… Ulusal Kongre’nin dağılması
bile söz konusuydu. Herkes onun olaylara müdahale etmesini istiyordu; aksi
takdirde, bütün emekler boşa gidecekti… Olaylar çığırından çıkmak üzereydi ki
Gandi’nin beklediği fırsat yeniden eline geçti. İngiliz hükümeti 31 Aralık 1929’da
Lahore’de göndere İngiliz bayrağı çekmeye karar vermişti. İşte şimdi buna etkin
bir eylemle karşılık verilmeliydi… Nitekim Gandi bütün ülkeyi ayağa kaldıracak
bir eylem planlamıştı… Ama önce Güney Afrika’dan tanıdığı Amerikalı bir
dostunu, gazeteci Webb Miller’i yardıma çağırmalıydı. Projesini ilk ona
açmıştı. Miller, bir savaş muhabiri olarak isim yapmıştı ve emperyalist
politikalara da karşıydı.
Tuz, sıcak ülkelerde hayati önemdedir. İnsan bedeni ter kaybından dolayı aşırı
tuz tüketir; bu nedenle de tuz vazgeçilmez bir ihtiyaç maddesidir. Pirinç tuzla
pişirildiğinde lezzetli olur ve sıcak memleketlerde yiyecekler ancak tuzlanarak
muhafaza edilebilir. Bunun bilincinde olan İngiliz yönetimi de tuz üretimini
sadece İngiliz şirketlerine devretmişti. Gandi, bu durumu şok edici bir eylemle
protesto edecekti… Mademki İngilizler göndere kendi bayraklarını çekeceklerdi,
o halde ona denk düşen bir eylemle karşılık verilmeliydi.
26 Ocak’ta Ulusal Kongre Hindistan’ın bağımsızlığını ilan edecek ve ardından da
bütün ülkede Hindistan bayrağı dalgalandıracaktı. Bu eylemi etkin kılmak için
de Gandi, “Tuz Yürüyüşü”ne başlayacaktı.
Denize ve Tuza Akın…
Gandi, 12 Mart tarihinde, 24 gün sürecek ve 400 km’lik bir yürüyüşün sonunda
Umman Denizi’nin kıyısında son bulacak bir yürüyüş planlamıştı. Bu yürüyüşle
Gandi, bütün ülkeyi seferber ederek toplumsal hayatı felç edecek ve Tuz Tekel
Yasağını da çiğneyerek İngiliz hükümetinin otoritesini yerle bir edecekti.
Nasıl ki bundan birkaç yıl önce herkesi İngiliz kumaşını boykot etmeye çağırmış
ve herkesin kendi kumaşını kendisinin üretmesine teşvik etmişse, şimdi de
herkesi kendi tuzunu kendisinin üretmesine teşvik ediyordu.
Hindistan Hintlilerindir! Gandi, bu sloganla bundan böyle ne tuz yasasını
tanıyacaklarını ne de vergi vereceklerini İngiltere’ye ilan ediyordu.
Amerikalı gazeteci Miller 15 bin km uçarak Hindistan’a gelmişti. Amacı Güney
Afrika’dan tanıdığı ve saygı duyduğu Mahatma Gandi’ye destek vermekti. Tuz
Yürüyüşü’nde Miller bir an olsun Gandi’nin yanı başından ayrılmamıştı. Miller,
1300 barışçıl eylemcinin 400 km’lik bir yürüyüşe nasıl başladıklarına ve
milyonları ayağa kaldırdıklarına bizzat tanık olmuştu.
Yürüyüş iyi bir planlamayla hayata geçirilmişti. 1300 kişilik öncü bir grup
polis barikatlarını yara yara yol açacaktı ama kendini savunmak için bile olsa
hiç kimse elini dahi kaldırmayacaktı. “Gandi” filminden bildiğimiz o dramatik
sahneyi düşünmeliyiz artık…
Bir grup yürüyüşçü ilerleyerek polis noktasına dayanır… Hiç kimse korunmak için
bile ellerini kaldırmaz; yerlilerden oluşan polislerse şaşkın ve çaresizdirler…
Ama emir kesindir… Başları demirle güçlendirilmiş sopalarla yürüyüşlerin
başlarına vurmaya başlarlar. İlk manga yere yığılır ama kimse yerinden
kımıldamaz. Ağır yaralıları kadınlar taşır sonra yeni bir grup daha polis
barikatına dayanır. Aynı sahne tekrar ve tekrar eder…
Miller, gördüklerini bütün dünya basınına telgrafla ulaştırır. Özgün belgeden
aktaralım: “Burada inanılmaz bir şey yaşanmaktadır. Stop. 18 yıldır
gazeteciyim; 20’nin üzerinde ülkeden haberler geçtim; birçok iç savaş gördüm;
dramatik savaş sahnelerine tanık oldum; isyanlar ve sokak çatışmalarını
haberleştirdim ama böyle bir sahneye hayatımda hiç tanık olmadım. Stop…
Gandi’nin adamları polis noktasına vardıklarında, içlerinden bir öncü grup ana
gruptan ayrılarak derenin öbür yüzünde dikenli tellerle desteklenmiş polis
barikatına dayanıyorlar. Stop… Bir emirle birlikte yürüyüşçülerin kafasına
uçları demirlerle desteklenmiş Lathislerin (mızrak boyunda sopalar) nasıl
indiğini buradan görebiliyorum. Stop… Bulunduğum noktada sopaların nasıl
kafalarda patladığını ve kafatası kemiklerini kırdığını bile duyabiliyorum.
Stop… Ama şuna bakın ki kimse düzenini bozmuyor. Stop… Yeni bir grup daha
yürüyüşçülerden ayrılarak polis noktasına kadar yürüyor. Hep aynı sahne. Stop…
Burada bir kapışma yok, burada bir savaş yok, burada bir kavga sahnesi
yaşanmıyor. Kimse dövüşmüyor. Kimse elini dahi kaldırmıyor. İnanılmaz bir şey
bu. Stop… Yürüyüşçüler polis noktasına kadar yürüyor ve kendilerini savunmadan
barikatı aşmayı deniyorlar. Stop… Hastaneler tıklım tıklım ağır yaralılarla
doldu. Yürüyüşçüler pes etmedi ama polis en sonunda yoruldu ve barikatı açmak
zorunda kaldı. Stop…”
Toplamda 1300 kişi yaralandı, bunlardan 300’ü ölümcül darbeler almıştı… Gandi
yıllar sonra verdiği bir mülakatta, haberciliğiyle Miller’in Hindistan’ın
bağımsızlığında tayin edici bir rol oynadığını vurgulayacaktı.
Yürüyüşe kadınlar özellikle destek vermişti… Miskin bir hayat süren milyonlar
ayağa kalkmış ve denize yürümüştü… 60 bin kişi tutuklanmıştı… Ama Gandi 24 gün
sonra Umman Denizi’nin kıyısına ulaşmayı başarmıştı…
Yürüyüşe katılan Dave Banushawkar gördüğünü şöyle anlatır: “Gandi denizin
kenarına kadar yürüdü ve bir avuç tuzu eline alıp okşadıktan sonra havaya
kaldırdı… Tuz taneleri parmaklarının arasından dökülmeye başladı. Bir heyecan
dalgası yüz binlerce insanı sarmalayıp geçti. Zafer çığlıkları arasında Gandi
şunları söyledi: ‘Hindistan’ın bağımsızlığı için hepimiz hayatımızı ortaya
koymalıyız. Büyük Britanya ülkemizden defolup gitmelidir’… Gandi sadece bir el
hareketiyle bizi bağımsızlığımıza daha da yakınlaştırmıştı.”
Bu eylem nedeniyle hapse atılan Gandi’nin iradesini kıramamışlardı. O, sadece
onun gibi hapse atılan çok sevdiği ve yardımını gördüğü özel sekreterini değil,
aynı zamanda sevgili karısını da kaybetmişti. Kendisi de ölümden dönmüştü ama o
yurttaşlarına seslenmeye devam etmiş, onlardan tuz eylemini yılmadan devam
ettirmelerini istemişti. Çağrısına milyonlar katılmıştı. Fakat İngiliz sömürge
yönetimi buna yoğun bir saldırıyla yanıt vermişti…
Fakat sonunda… 1947 yılında Hindistan bağımsızlığına kavuşmuştu.
Bağımsızlıktan sonra da hiçbir resmi makam kabul etmeyen Gandi kızlarıyla
birlikte yeniden komününe çekildi. Yöneticiler ve halk onu her gün ziyaret
ediyordu; ta ki bir ziyaret esnasında fanatik bir Hintlinin kurşunlarıyla yene
serilene kadar.
Gandi özel mülkiyeti hep reddetti…
Öldüğünde sadece ona ait köstekli bir saat ve bir gözlük vardı…
Bedenine doladığı kumaşın ipliğini bile çıkrığında kendi eğirirdi…