Özgürlük ve Felsefe

Arkadaşın biri şöyle bir soru sormuş: “geçenlerde Prof. Mustafa Öztürk’ün, fikirlerinden dolayı linç edilmesine karşı çıktınız. Peki, şimdi fikirlerinden dolayı linç edilmekte olan Prof. Ebubekir Sofuoğlu’na neden arka çıkmıyorsunuz?”

Önce özgürlük nedir?

Genel hatlarıyla özgürlük (bireysel özgürlük diyelim), iki açıdan sınırlamaya tabidir. Bunlardan biri, bireyin doğayla, bir diğeri ise bireyin toplumla olan ilişkisinde ortaya çıkar. Bireyin doğayla olan ilişkisinde kullandığı özgür irade, iki açıdan zorunluluklarla kısıtlanmıştır. Bunlardan biri doğrudan doğanın kendi zorlayıcı, sınırlayıcı gücünden kaynaklanmaktadır, ki biz buna doğa koşulları diyoruz. İkincisi ise toplumların değer yargılarıyla çatışmaktan kaynaklanan etik sınırlamadır. Yani doğa koşullarını aşacağım diye toplumsal ahlak normlarıyla, toplumsal insan olmaktan kaynaklanan değer yargılarıyla çelişen deneyler yapamayız, silahlar üretemeyiz ve elimizde imkan var diye yaşam temelimizi yok edemeyiz.

Doğa bize kendi yasalarıyla, yani doğa koşullarıyla hareketimizin (özgürlüğümüzün) sınırlarını belirler. Onun koşullarını görmezden gelemeyiz fakat doğanın koşullarını (yasalarını) kendi amaçlarımız için kullanabiliriz. Doğanın bağrında sınırsız hareket edemeyiz ancak o sınırları belli bazı araçlarla öteleyebiliriz. Örneğin suyun üzerinde yürüyemeyiz, ancak suyun kaldırma gücünü kullanarak (yüzmek suretiyle) suyun yüzeyinde ilereleyebiliriz. Ya da sallar, kayıklar ve gemiler inşa ederek suyun üzerinde hareket edebiliriz. Doğadan kaynaklanan depremin yıkıcı gücünü görmezden gelemeyiz, ancak sağlam konutlar inşa ederek depremin yıkıcı etkisine rağmen yaşamımızı sorunsuz devam ettirebiliriz. Yine aynı şekilde doğanın bahşettiği ve saf haliyle kullanılamayan altın madeninin doğasını değiştiremeyiz fakat ona dayanıklılık kazandıran maddeler (bakır, gümüş vs) karıştırarak ondan kullanışlı eşyalar (ziynet eşyası vs) üretebiliriz.

İkincisi ise doğaya etik nedenlerle sınırsız ve keyfi müdahalelerde bulunamayız. Çünkü sınırsız müdahaleyle varlığımızın ve tabii bizimle birlikte başka canlı varlıkların yaşam koşullarını ortadan kaldırabiliriz. Bu da karşımıza etik sorun çıkarmaktadır. Ne kendimizin ne de bir başka varlığın yaşam koşullarını ortadan kaldırmaya hakkımız vardır. Dolayısıyla karşımıza etik değerlerimizle çatışan bir durum, yani özgür iradeyi sınırlayan bir durum çıkmaktadır. Bunlar doğayla ilişkimizde özgürlüğümüzü sınırlayan zorunluluklardır.

Bir de bireyin özgürlüğünü, toplumla olan ilişkilerinden dolayı sınırlayan durumlar vardır. Bu sınırlar, bağrında yaşadığımız toplumların, siyasi, kültürel ve ahlaki değer ve kurallarıyla ilişkilidir. Eğer biz, herhangi bir eylememizle bir başkasının özgürlüğünü çiğniyor; yani bir başkasının kendi özgürlüğünü kullanma hakkını ve imkanlarını ortadan kaldırıyorsak, o zaman eylemimiz (özgürlüğümüz), toplumsal kurallar ve yasalar çerçevesinde kısıtlanmalıdır. Kısacası özgürlük, bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde bitmelidir yoksa toplum olamayız. Doğada “özgürce” yaşamadığımız, yani belli bir norm ve kurallarla sınırlanmış toplumlarda yaşadığımız için birinin özgürlüğünü kısıtlayan “özgür eylemler” özgürlük olamaz. Aksine bu, özgürlüğü kısıtlayan “özgür eylem” olur ki bu da toplumda kaos ve “herkesin herkese karşı savaşı” olur. Yani benim özgürlüğüm, sizin özgürlüğünüzün çiğnendiği sınırda son bulur ve bulmalıdır.

Özgürlük açısından, her toplumun kural ve normları, içinde bulundukları gelişmişlik düzeyine göre geniş veya dardır. Eğer toplumsal kurallar, aşırı kısıtlayıcıysa, ona karşı mücadele etmek bir insan hakkı haline gelir; çünkü bu kurallar, özgürlüğün tam manasıyla kullanılmasını yasaklamış olacaktır.

İsyan Etme Hakkı

Bu yüzden bazı anayasalarda “iktidarların zorbalığına karşı halkın isyan etme hakkı vardır” tümcesi özellikle yer alır. Bu sorun, 17. ve 18. yüzyıllarda filozof ve düşünürler arasında ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi bu hakkı güvence altına alır. 1789 Fransız Devrimi’nin başlarındaki özgürlükçü yasalar da bu hakkı güvence altına almıştı. Almanya’da 1919 Weimar Cumhuriyeti’ndeki özgürlükçü yasaları iktidara gelmek için kullanan Naziler, iktidara geldikten hemen sonra bu anayasayı ortadan kaldırmışlardır. Bu yüzden savaş sonrasında kurulan ilk Alman hükümeti, anayasaya bir madde ekleyerek, mevcut anayasayı ortadan kaldırmayı amaçlayan örgüt ve partilerin yasaklanacağını ilan etmişti.

Yine aynı gerekçeyle Türkiye Cumhuriyeti anayasasının ilk üç maddesinin değiştirilmesi, teklif dahi edilemez. Teklif edilmesi 4. Maddeyle yasaklamıştır. Çünkü çoğunluğu ele geçiren herhangi bir hükümet, cumhuriyeti ortadan kaldırarak saltanatı yeniden getirebilir. Dolayısıyla bu girişim baştan yasaklanmıştır.

Devrimlerin Kurucu Anayasaları

Bizim Cumhuriyetle hayata geçirdiğimiz anayasamız gibi dünyanın birçok anayasası, devrimle hayata geçirilmiş anayasalarıdır ki bu yüzden kazanılmış hakların korunması konusunda çok hassastır. Ancak hiçbir anayasa tek başına, ne devrimlere ne de restorasyonlara (karşı devrim) direnebilir. Devrimler ve restorasyon hareketleri gelir ve kendi yasalarını zor kullanarak yaparlar. Örneğin 1640 İngiliz devrimi, kraliyete karşı sadece parlamentoyu savunmakla kalmadı, aynı zamanda Kral 1. Charles’ın kellesini uçurarak kendi devrimci yasalarını hayata geçirmiştir. Fakat devrimin lideri Oliver Cromwell’in ölümünden sonra yeniden iktidara gelen gericiler ve kraliyet yanlıları, sadece eski yasaları yeniden tesis etmekle kalmamış aynı zamanda devrimcilerin cesetlerini mezardan çıkarıp ortalığa savurmuşlardır. Tabii iş burada kalmadı, bir 30 yıl sonra (1688) yeniden devrimciler ama bu kez daha yumuşak bir devrimle bazı cumhuriyetçi yasaları kurumsallaştırmışlardır.

Aynı durum bizim ve başka ülkelerin tarihinde de görülmüştür. Türkiye de şimdi bir restorasyon (karşı-devrim) sürecinden geçmektedir.

Filozofların Özgürlüğe Yaklaşımı

Şimdi yeniden başa dönebiliriz.

Özgürlük nedir, ya da filozoflar fikir özgürlüğüne nasıl yaklaşmışlardır?

Ya da özgürlüğün evrensel bir tanımı var mıdır?

Ne yazık ki bu konuda ortak bir anlayış henüz yoktur ve olacak gibi de gözükmemektedir.

Dünyanın en çok tanınan filozofu Sokrates (MÖ. 469-399), insanlara sorular sorduğu, bir bakıma felsefenin kurallarını uygulayarak insanları inançları ve ahlaki kuralları konusunda düşünmeye sevk ettiği için, “tanrıları inkar ettiği ve gençleri toplumsal kurallara karşı kışkırttığı” gerekçesiyle idam edilmiştir. Bir bakıma Sokrates, düşüncelerinden dolayı ölüme mahkum edilmiştir. Sokrates’in öğrencisi Platon (MÖ. 428-348),  ise felsefe tarihinin önemli filozoflarından olan Demokritos gibi materyalist filozoflar hakkında, “elimden gelse onların eserlerini yakıp yıkarım” diyerek bırakalım eylemi, karşıt fikre (fikir özgürlüğüne) bile düşmanca yaklaşmıştır.

Kanımca, 1789 Fransız Devrimini felsefi açıdan da hazırlayan ünlü filozof Voltaire (1694-1778) fikir özgürlüğüne en tutarlı yaklaşan filozoflardan olmuştur. O fikir özgürlüğüne o kadar önem vermektedir ki şunları güvenle söyleyebilmiştir: “Bayım, görüşlerinizi paylaşmıyorum fakat onları savunabilmeniz için canımı vermeye hazırım.” Buradan da anlaşılacağı gibi özgürlük veya fikir özgürlüğü konusunda herkesin kabul ettiği ortak bir görüş bulunmamaktadır.

Tabii, önce şunu açıklığa kavuşturmamız lazım: fikir özgürlüğünün sınırı nedir?

Fikirler ve özellikle de aykırı fikirler olmadan ne insan düşüncesi gelişebilir ne de toplumlar ilerleyebilir. Fikir özgürlüğü, birbirinden farklı insanların bir konu hakkında aynı doğrultuda düşünmesi değildir; aksine sarsıcı ve hatta şok edici düşüncelerin ifade edilmesidir. Dikkat edilirse, hem düşünce dünyamız hem de toplumsal süreçler, aykırı düşünen bilim insanlarının ve düşünürlerin katkılarıyla dinamizm kazanmış ve ilerleme kaydedilmiştir. Kopernik konuşamadı, Galilei savını ispat edemedi ama dünya, varması gereken yere yine vardı. Aykırı düşünceleri engellemek, hem düşüncenin hem de toplumların gelişmesini kötürümleştirmektir. Bu açıdan hakaret, aşağılama ve şiddeti teşvik etmeyen düşüncelere sadece hoşgörüyle yaklaşılmamalı aynı zamanda ve özellikle bu fikirlerin dile getirilmesi teşvik edilmelidir. Çünkü aykırı fikir, kan damarlarının ve dolayısıyla beynin oksijenle dolması anlamına gelir.

Ancak belki bu konuda bize Alman filozof Immanuel Kant (1724-1804) yardımcı olabilir. Kant, kategorik buyruklarıyla ünlüdür. Bu buyruklardan biri şöyledir: “Öyle bir davranış sergile ki aynı zamanda o, iradenin ilkeleri olarak her an genel bir yasa haline gelebilsin.” Birçok insan bilmez fakat birçok lavaboda karşılaştığımız “lütfen burayı, nasıl görmek istiyorsanız öyle bırakın!” cümlesi, tam da Kant’tan esinlenerek yazılmıştır. Dolayısıyla biz de fikir özgürlüğünü şöyle tarif edebiliriz: “Özgürlüğünü, yaptığın ve söylediklerinin aynının sana yapıldığını veya söylendiğini varsayarak kullan.”

Benim bu konudaki ilkem çok net. Bilimsel sorunlarda ya da İslamcıların ifadesiyle “ilmi meselelerde” hakaret ve aşağılama olmadığı ve ayrıca şiddete teşvik etmediği sürece her konu gündeme gelebilir veya fikir ortaya konabilir. Bu ilke, aynı zamanda bilimsel gelişmenin de motorudur. Bilimsel konularda hakaret olmaz, belki şahsi ilişkilerde olabilir. Tabii ki birilerine inançlarından veya görüşlerinden dolayı kesinlikle hakaret edilmemelidir. Onlar aşağılama içeren ifadelerle itham edilmemelidirler. Bunlar fikir özgürlüğüne girmediği gibi hakaret nedeniyle cezai müeyyide gerektiren durumlardır.

İlahiyatçı Prof. Mustafa Öztürk

Baştaki soruya gelince: Kanımca Prof. Mustafa Öztürk, Kuran ayetlerini tartışırken hiç kimseye hakaret etmemiş, bilakis yüzyıllardır tartışılmakta olan bir konuda kendi görüşlerini bütün açıklığıyla ifade etmiştir. İlmi konularda görüş açıklamak birilerinin inançlarına hakaret değildir. Birileri Allah’a inanıyor ya da Kuran’ı Allah’ın kelamı sayıyor diye Allah’ın varlığını reddetmeyi veya Kuran’ın Allah’ın kelamı olmadığını söylemeyi hakaret sayamayız. Ne felsefi ne de kelam açısından bu görüşler hakaret içerir; çünkü Mustafa Hocanın ifade ettiği görüşler, yani ayetlerin Allah’ın mı yoksa Peygamberin sözleri mi olduğu konusu, henüz Kuran kitaplaştırılmadan önce de tartışma konusu olmuştur. Nitekim ayetler de yer yer bu türden iddialara yanıt verirler. İnananlar kendi içinde belli bazı kuralları uygulayabilirler fakat başkalarını bu kurallara uyma konusunda zorlayamazlar.

Prof. Ebubekir Sofuoğlu

Prof. Sofuoğlu ise “üniversiteler fuhuş yuvasıdır” diyerek hem kendi çalışma ortamına iftira atmış hem de üniversiteye giden veya orada öğretim üyeliği yapan binlerce aile ve genç insanı töhmet altında bırakmıştır. Bu ciddi bir hakarettir. Bu bakımdan iki öğretim üyesinin ifadeleri aynı düzeyde ve kategoride değerlendirilemez. Biri ilmin konusuna temas etmiş, diğeri ise çok geniş bir çevreye hakaret ederek mahkemelerin karar vereceği bir alana girmiştir.

Comments (0)

  • fugenakkemiksays:

    Aralık 18, 2020 at 6:22 pm

    21. yy da bu ortaçağ zihniyeti ile yüz yüze gelmiş olmamızın sarsıcı kaygısını hissederken… bu iki apayrı konu nasıl birbiriyle bağdaşlaştırılıp, böyle bir soru akla gelebilir, gerçekten çok şaşırdım ve sizin konuya getirdiğiniz açıklamayı da yürekten alkışlıyorum..

  • Raife Karataşsays:

    Haziran 17, 2021 at 10:02 am

    Bilerek istiyerek ajite edilmiş bir iklimden geçiyoruz ne yazık ki! Günün zehirlenmiş ortamında sizin soğukkanlı ve bilgiye dayalı alanında nefes almak iyleştirici ve besleyici!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir