Belediyecilik Nasıl Olmalı? “Eşekli kütüphaneci”den Alacağımız Çok Ders Var!

31 Mart Pazar günü yerel seçim var… 

Bundan bir süre önce “Aydınlanmış Toplumlar Neden Geriler” başlıklı bir yazıyla, içinde bulunduğumuz toplumsal, siyasal ve kültürel sefalete dikkat çekilmişti. Ne yazık ki (veya iyi ki) içinde yaşadığımız koşullar, sadece ülkemize özgü değil, aksine ve istisnasız olarak bütün dünya ülkelerinin içinde yaşadığı koşullardır. Bu duruma dikkat çekmek, içinde bulunduğumuz toplumsal-kültürel sefalete parmak basmak ve uyarılarda bulunmak karamsarlık yaymak değildir. Amaç bu yazılarla toplumu uyarmak, bilinçleri sarsmak ve belki uyanış dalgasına katkı sağlamaktır.

Bahsi geçen yazıda konu daha çok felsefi bir boyutta tartışılmıştı; bugün aynı konuya başka bir açıdan yaklaşılıyor.

Herkesin aklındaki soru şudur:

Peki bu durumda ne yapmalı?

Bir örnekle başlayalım!

İbrahim Balaban Tablosu

Yıl 1943…

Genç Mustafa Güzelgöz’ün tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Bizimki kütüphanede heyecanla okur bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. O da amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?

– Alıyorum.

– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur, “Ne yapayım, ne edeyim?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir ve bu fikri eşiyle paylaşır. Eşi önce “Deli misin sen?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını da takdir eder ve en sonunda o da fikri kabullenir.

Bizim Mustafa o dönemde, koltuklarına yayılmış amirlerinin çıkardığı tüm engelleri, bin bir güçlükle de olsa, tek tek aşar…

O bıyıklı, kravatlı, asık ve donuk suratlı; sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek satın alır. İki tane de sandık yaptırır. Üzerine de “Kitap İare Sandığı” yazdırtır. İare, ödünç vermek demektir. İçine 180-200 kitap sığan bu iki sandığı eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Dolaştığı köylerdeki çocuklar şaşkındır… Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitaplar tutuşturmaktadır.

Düşünün, canlı Noel Baba gibi…

Noel Baba hayali bir şey; Mustafa Amca ise gerçek. Onun geyiği yok ama eşeği var…

Eşek de gerçek, Mustafa Amca da…

Bu hikayenin bir de Fakir Baykurt versiyonu var. Sanki bu daha gerçek.

Fakir Baykurt ışıklara karışmadan önce son kitabı olan Eşekli Kütüphaneci üzerinde çalışmış. Kitabı kızı Işık Hanım yayıma hazırlamış. İşte bu kitap, herkesin alıp okuması gereken kitapların başında gelir.

Neden?

Sadece Eşekli Kütüphanecinin hikayesini okumak için değil kuşkusuz, aynı zamanda Fakir Baykurt’un usta kalemiyle satırların arasına sıkıştırdığı bilgece öğütlerini de okumak, ders almak için…

Fakir Baykurt’un kitaplarıyla çocuk yaşlardayken tanışmıştım. Hiç unutamam… Nereden bulmuşsa, Dayım elinde Yılanların Öcü’yle çıkıp gelmişti evimize. Sanıyorum yıl 1971 veya 1972’ydi. O gün bugündür Fakir Baykurt’u elimden bırakmam ve her fırsatta kitaplarını okurum. Bu yazıyı yazmak için de Eşekli Kütüphaneci’yi alıp okudum. Bunu da şunun için anlatıyorum, birçok ebeveyn, çocuklarının olmayan okuma alışkanlıklarından şikayet eder durur, amma velakin çocuklarının eline bir Fakir Baykurt kitabı tutuşturmaz. Hatta evine onun kitaplarını sokmayan bile vardır.

Sorumuza geri dönelim o halde:

Peki bu durumda ne yapmalı?

Köy Enstitüleri destanını bilmeyenimiz yoktur. Kuruluşunu, etkisini ve kapatılışını…

Yıllardır ağıtlar yakarız bu okulların kapatılmasının ardından. Konuya ilişkin sempozyumlar düzenlenir, toplantılar yapılır, sergiler açılır. Bütün bunlar yapılır yapılmasına da, bir şeyin üzerinden atlanır…

Aydınlanma Ama Nasıl?

Cumhuriyet Devriminin Halk Evleri, Köy Evleri, Köy Enstitüleri gibi yoksul halkı aydınlatmak için bir dizi program ve çalışması vardı. Toprak Uyanırsa romanında Şevket Süreyya Aydemir, devrimci bir öğretmenin yoksul köylü milletini nasıl örgütleyerek uyandırdığının hikayesini anlatır ki bu da yine bu sitede yayımlanmıştı.

Ama bunlar Cumhuriyet döneminin ihtiyaçları ve yöntemleriydi. Şimdi yeni yöntemler bulmak gerekiyor…

O halde sorumuzu değiştirerek tekrar soralım:

Peki bugün bir şey yapılabilir mi?

Tabii ki yapılabilir ve bu yazının yazılmasındaki amaç da budur.

Bir halkın aydınlanması, esas olarak bir kuşağın aydınlanmasıdır…

Kazanılan mücadelelerin hukuk, siyaset, kültür, edebiyat, ekonomi ve eğitim alanında etkisi ve izi mutlaka kalır. Bu başarıların bir kısmı kalıcılaşırken, insan davranışını belirleyen, eğitim, kültür ve sanatın izleriyse, eğer tedbir alınmazsa, zamanla silikleşir ve yok olur.

Siyaset, üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki yozlaşma ve bozulma, kendisini en çok kültür, sanat ve edebiyat alanında gösterir. Çünkü yaşamın izleri, renkleri esas olarak burada görülür.

Siyaset yönlendirici konumunu kaybedince ekonomik ilişkilerde yozlaşma, bozulma da kendiliğinden gelir; baskı, batıl inanç ve hurafe; adaletsizlik ve eşitsizlik toplumun her yanını kaplayınca kültür namına bütün kazanımlarımız da bir bir yok olup gider.

Fakat bu süreci tersine çevirmek mümkündür…

Ama nasıl?

Büyük Aydınlanmacı Immanuel Kant, Über die Erziehung (Eğitim Üzerine) adlı eserinde hayvanların değil, insanların eğitime ihtiyaç duyduklarını söyler. Hayvanlar genetik kodlar üzerinden davranış normları edinirken, insanoğlu ise davranış normlarını (sonradan yarattığı) toplumsal yaşamın geleneklerinden, kurallarından, alışkanlıklarından daha da önemlisi eğitim ve bakımla edinir.

İnsanoğlu ısı üreten bir sobaya benzer. Soba kullananlar bilirler. Sobaya bakım yapmazsanız; külünü almazsanız, borularını temizlemezseniz, içindeki ısı tutan tuğlalarını değiştirmezseniz; o sadece işlevini yerine getirmekle de kalmaz, evinizin en önemli köşesini de işgal ederek yaşam alanınızı da daraltır. Size yük olur. Kömürünüzü israf ederek sizi gereksiz külfete sokar. Hatta çok kez görüldüğü gibi yangına da sebebiyet verebilir ki bir anda bütün varınızı yoğunuzu kaybedebilirsiniz…

Nasıl? Türkiye’nin durumuna benzemiyor mu?

Yeni kuşaklar da böyledir. Eğer sürekli, usanmadan ve yılmadan onların eğitimi ve bakımı yapılmazsa; onlara çağdaş değerler kazandırılmazsa; kültürel, sanatsal, sportif etkinliklerle vicdanlı, diğerkâm, alçakgönüllü, cömert, paylaşımcı, insancıl, dost canlısı, eşitlikçi, sorgulayan ve yaratıcı bireyler olmasını sağlamazsanız geleceğiniz harap olmuş demektir. Bakın etrafınıza ve geldiğimiz yeri görün.

Paulo Freire adında Brezilyalı bir filozof-eğitmen var. Türkçede birçok kitabı var… Ezilenlerin Pedagojisi adıyla çıkanı en önemlisidir.

Onlarca yıl, varoşlarda, gecekondu mahallelerinde ezilen kitlelere bilinç taşımak, onları aydınlatmak için çaba harcayan Freire’nin insanın nasıl dönüştürüleceğine dair müthiş deneyimleri var.

İnsanoğlunu aydınlatmak için ona doğruları, gerçekleri anlatmak yetmez; onun bizzat kendi deneyimi ve pratiği içinde bilinç kazanması, yani aydınlanması gerekir. Bunun yolu da yıllarca, hatta kuşaklar boyunca, ezilmiş, horlanmış, özgüveni yok edilmiş ve sürekli yüzüne “bir hiç olduğu” söylenmiş, hep yönetilmeye alıştırılmış bu insanları; kendi kaderini belirleyen, başı dik, sorgulayan ve kendi emeğine dayanarak kendi hayatını kendi eline almayı bilen insanlar haline getirecek yöntem ve araçlar bulmaktan geçiyor. Freire bunun üzerine çalışmış ve başarılar da kazanmıştı.

Demek ki bizim belediyelerin de kütüphaneci Mustafa gibi modern ve kente uygun yaratıcılara ihtiyacımız var. Halkın ayağına giden, onları evinden çıkaran, onları kendi etkinlikleri içinde okumaya alıştıran, aydınlatan ve başı dik yurttaşlar olmasını sağlayan pratikler. Bunlar en başta belediyelerin, halkçı belediyelerin görevidir. Bu işler ve görevler bir yük, bir lüks faaliyet değildir aksine belediyeceliğin insanın yüreğine, beynine, bilincine dokunduğu faaliyetlerdir.

Tabii bunların azimle, kararlılıkla ve ısrarla yapılması lazım. Bunun için belediyelerin, çeşitli devlet kurumlarının imkanlarını seferber etmek; faaliyetlere insan çekerek onların kendi deneyimleri içinde yılmadan gelişmesini sağlamak… İşin bütün sırrı budur…

Halkımızın bir deyimi var: “Taş olduğu yerde ağırdır”. Her duvar ustası bilir ki her taş, her yere uymaz. Sizin bildiğiniz en iyi taş bile her yere uymaz. Beğenmediğiniz taş, öyle zaman gelir ki bir anda “bulunmaz Hint kumaşı” oluverir.

Yani demek istediğimiz şudur:

birincisi, herkes önce bulunduğu mekanda, coğrafyada, kentte ve köyde;

ikincisi herkes hayatının gerçek alanında, yani yapay olarak yaratılmış bir alanda değil, insanların gerçek hayatlarında, ne iş tutuyorsa o alanda;

üçüncüsü herkes en iyi bildiği alan ve konuda halkla bütünleşerek kitleleri aydınlatmak ve seferber etmek için çabalamalıdır. Bunu yaparken de hem kendisinin, hem katılımcıların hem de belediye ve kurumların bütün olanaklarını seferber etmelidir. Bütün bunların da bir ürün vermesi lazımdır, yoksa bu türden çabalar kısa bir süre sonra dinamizmini kaybeder ve topluluklar dağılır.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılı dönemi, üstümüze üstümüze gelen kara dalgaları tersyüz ederek dalga dalga aşabiliriz… Yeter ki isteyelim…

Türkçede harika bir deyim var: “bu iş tuttu!” Bir mayanın, bir aşının, bir fidanın, bir dikişin tutmaması için hiçbir neden olamaz. Yeter ki yöntemi bilelim ve isteyelim…

Bu ancak çağdaş “Eşekli Kütüphaneciler” yaratarak başarılabilir.

Dalga dalga yayılmak, toplumun hücrelerine nüfuz etmek; insanları içinde bulundukları durumun bilincine vardırmak, aydınlatmak ve onların konumlarını değiştirmelerine yardımcı olmak ve böylece bütün toplumun değişmesine ön ayak olmak mümkündür…

Girişimci ve yaratıcı ruha yeniden ihtiyacımız var!

Herkes bulunduğu yere yenilik katmalıdır. Mutlaka bir adım atmalıdır. Yaptığımız işler ilerlemiyorsa, sıkıntılar baş göstermişse, işler olduğu yerde kalıp duruyorsa, o zaman bizde bir uyuzluk var arkadaş!

İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Atatürk’ün Cumhuriyetini böyle kaybettik, Cumhuriyet’i yeniden ve hatta daha ileri bir noktada ise bu örneklerle, çalışmalarla kurabiliriz…

Yapabiliriz…

Yeter ki isteyelim…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir