
Er-Razi ve Marx’ı Birleştiren Felsefi İlke
Büyük bilge er-Razi’nin felsefesiyle sınıfsız toplumun teorisyeni Marx’ın felsefesi arasındaki şaşırtıcı benzerlikler…
Er-Razi bir deistti, peki ya Marx?
Er-Razi’nin Metafiziği
9. yüzyılın sonu ile 10. yüzyılın başlarında yaşayan İranlı hekim ve bilim adamı Ebu Bekir Er-Razi, aynı zamanda büyük bir filozoftur da. Onun doğa bilimlerinde ve özellikle de tıp alanında uyguladığı deneysel yöntemi örnek alınıyor, kitaplarıysa Avrupa üniversitelerinde 18. yüzyıla kadar okutuluyordu.
O sadece büyük bir bilim insanı değil, aynı zamanda din ve felsefe konusunda önemli ilkeler ortaya atmış bir filozoftu da.
Kısaca ifade etmek gerekirse er-Razi derin bir rasyonalisttir. Akla önem verir ve aklın sınavından geçmeyen hiçbir şeyi de kabul etmezdi. Akıl ilkesini sadece bilim alanında değil inanç ve ahlak alanında da temel başvuru kıstası olarak kabul ederdi. O bir deisttir. Yazılarında Tanrıyı sorgulamaz fakat Tanrı adına konuşma ve hüküm vermeyi de kesinlikle akılla bağdaştırmazdı. Dolayısıyla ona göre ne kutsal kitaplar ne de peygamberlik akla uygundur. Tanrı insanları eşit yaratmış ve en yüce nimet olan akılla donatmıştır. Bu yüzden herhangi bir insanı akıl yönünden diğer insanlardan imtiyazlı kılması mümkün değildir. (Er-Razi, Felsefe Risaleleri, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2016)
Tanrı, Nefs ve Heyula Üçlüsü
Çelişkilerle dolu, akla uymayan iddialarda bulunan kutsal kitapların Tanrı kelamı olduğunu söylemek, Tanrıyla alay etmek, ona şirk koşmaktır. Peygamber olduklarını iddia edenlerin, bunu kanıtlamak için mucizeler yarattıklarını söylemeleri de akılla bağdaşmadığı için gerçek değildir. Bunlar peygamber değil fakat toplum önderleridir.
Er-Razi, özgün bir felsefi anlayışa sahiptir ve evrenin varlığını 10. yüzyıldaki geleneksel açıklamalardan (Aristoteles’ten etkilenenlerden) farklı değerlendirir ve bu açıdan otoritelerle çatışmaktan da korkmaz. Er-Razi’nin görüşleri her şeyin yüce bir güçten Tanrıdan kaynaklandığını ileri süren Platon’a daha yakındır. Ona göre Tanrının bir eseri olan evren ve dolayısıyla insanlık alemi, arzularımızın esiri olmaktan kaynaklanan belli bir şaşkınlık, kaos ve yoldan çıkma döneminin ardından hatalardan, eksiklerden ve zaaflardan arınarak ve daha bir üst seviyede aydınlanmış olarak kaynağına geri dönecektir. Böylece her şey ebedi mutlulukla son bulacaktır.
Peki o evrenin, dünyanın ve insanlık aleminin ortaya çıkışını ve önünde sonunda da nereye varacağını nasıl açıklamaktadır? Kısaca buna bakalım…
Er-Razi’ye göre “Tanrı ezelidir ve tektir. Tanrı “bir”i ifade eder. Onun yanı sıra ruh (nefs) ve heyula (atomlardan oluşan fakat şekilsiz madde) da ezeli iki farklı ilkedirler. Onlar da Tanrıyla birlikte ezelden beri varolmuşlardır ancak Tanrı gibi mutlak bilgiye sahip değillerdir. Bunlardan nefs etkindir, hareketin kaynağıdır; heyula ise şekilsiz ve pasif. Ancak hem nefs hem de heluya bilgisizdirler. Bir bakıma benliklerinin bilincinde değillerdir.
Tanrı’nın iradesine karşı gelen nefs (ruh), bilgisizliğini gidermek ister; Tanrı ise bu isteğe şefkatle yaklaşır çünkü bu sayede nefs de kendi tecrübesiyle aydınlanmış (kendi bilincine ulaşmış) olacaktır. Nefs kendi benliğine ancak şekilsiz ve dağınık atomlardan oluşan heyula ile bütünleştiğinde varabilecektir çünkü gerek duyduğu bilgi, ancak somut bir suret edinmesiyle kendisini ona sunacaktır. Bu aynı zamanda Nefs’in maddeye, yani dünyevi nimetlere ve bunun hazzına aşık olması demektir.
Kaos Nasıl Ortadan Kalkar?
Heyula (atomlardan oluşan şekilsiz madde) ile birleşen ruh (nefs), birleşmenin ardından dünyevi hazların tadına varır fakat esas arzusu, yani mutlak bilgiye sahip olma isteği, bütünüyle yerine gelmez. Dünyevi bilgiye kısmen ulaşabilmektedir, çünkü edinebileceği bilgi sadece birleştiği maddenin (suretin) bilgisiyle sınırlıdır. Söz konusu bilgi, birleştiği ve suretini edindiği (somut nesne) maddenin bilgi dağarcığıyla sınırlıdır. O ilk anlarda, dünyevi hazlardan vazgeçmediği için bir türlü mutlak bilgiye ulaşamaz. Mutlak bilgi, ancak sonsuz ve değişken (sürekli hareket halinde) maddeyle birleşerek edinilebilecektir. Neticede bunu yapamaz ve sonuçta ortaya kaos dediğimiz durum çıkar.
İçinde bulunduğumuz süreç de kaos dönemidir.
Nasıl ki Nefs, edindiği suretin bilgisine ulaşabiliyorsa insan da bilgiye kendi sureti (dünyayla iç içe olan duyuları) üzerinden ulaşabilmektedir. Dolayısıyla insanın mutlak bilgiye ulaşması, ancak dünyevi koşulların ve hazların terk edilmesiyle mümkündür.
Her madde ve varlık için bu mümkün olmasa da insanın mutlak bilgiye sahip olmasının bir yolu vardır: Bu yol felsefenin yoludur…
İnsan, felsefe sayesinde erdemli, adil, merhametli olabilir; bu sayede dünyevi nimetlere, aldatıcı hazlara, gelip geçici heveslere sırt çevirebilir ve böylece Tanrıya, yani kaynağa mutlak bilgiyle donanmış olarak geri dönebilir.
Bunun zemini insanda vardır, çünkü o Tanrı tarafından akılla donatılmıştır.
İnsanı Tanrısal hikmete ulaştıracak olan din değil, felsefedir!
Dolayısıyla felsefede yoğunlaşarak mutlak bilgiyle donananlar, Tanrısal kata yükselirken, bunu başaramayanlarsa bir başka surette bu imkana yeniden kavuşacaklardır (Hint felsefesinin ruh göçü anlayışı). Peki ama ne zamana kadar? Bütün insanlık alemi, önünde sonunda akıl sayesinde felsefeye yönelerek ve bir bakıma dünyanın insanı bozan kirinden ve pasından kurtulana ve ebedi huzura kavuşana kadar.
Ama bu arada çıktığı kaynağa daha bir çoğalmış, hikmete kavuşmuş ve aydınlanmış olarak ulaşacaktır.
Bütün insanlık bu süreçten geçtikten, yani tek tek insanlar dünyevi arzulardan, dünyevi suretlerin tortusundan kurtulduktan sonra adım adım asıl kaynağa geri dönecekler ve bütün evren, yeniden kendi asli maddesine çözünerek, yani ilk andaki atomlarına ayrışarak, Tanrıyla bütünleşmiş olacaktır. Böylece kaos da ortadan kalkmış ve her şey yeniden ebedi huzura kavuşmuş olacaktır.
Marx’ın Felsefi İlkelerinin Kökeni
Şimdi, Marx’ın sınıfsız toplum kuramını, yani felsefi ilkelerini yakından bilmeyen bazı okurlar “Razi’nin felsefesiyle Marx’ın felsefi ilkelerinin yakınlığı nerede” diyeceklerdir?
Marx’ın “bilimsel sosyalist” kuramının temel ilkeleri kısaca şöyledir: insanlık, daha üst seviyede ve aydınlanmış olarak sınıfsız topluma geçmek için zorunlu olarak uygarlığın lanetli yoluna sapmıştır. İlk (ilkel) sınıfsız toplumdan çıkan insanlık, uygarlık denen sınıf mücadeleleri sürecinden geçerek ve proletaryanın önderliğindeki bir devrimle yeniden sınıfsız topluma geçecektir. Böylece insanlık hem daha üst seviyede aydınlanmış olacak hem de ebediyete kadar özgürlükler dünyasında yaşayacaktır.
Şimdi Marx’ın bu kuramı nasıl oluşturduğuna kısaca bakalım ve işe filozof Hegel’le başlayalım. Hegel, 19. yüzyılın başlarından itibaren Almanya filozofları içinde yükselen yıldızdır. Felsefesinin temel kavramlarından biri olan “diyalektik”, o günün gelişmekte olan kapitalist toplumun gelişme yasasını en iyi açıklayan anahtar kavramdır. Buna göre burjuva toplumu, kendi iç çelişkilerinden hareketle ilerlemekte, yaratıcılığını ortaya koymakta ve halka vadettiği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini gerçekleştirmektedir.
Diyalektik Kavramının Kökeni
Hegel’e göre diyalektik, şeylerin gelişmesini tetikleyen ve belirleyen temel gelişme yasasıdır. Her şey hareket sayesinde gelişme göstermektedir. Hareketi yaratan şeyse, şeylerde içkin olan ve birbiriyle sürekli çatışma halinde olan zıtların birliğidir. Yani her şey, kendi içindeki ebedi çatışma (iyiyle kötünün, karanlıkla aydınlığın, akılla dogmanın, karamsarlıkla iyimserliğin, gerilikle ilerinin, eksi ile artının, azlık ile çokluğun, devrimle muhafazakarlığın, nicelik ile niteliğin) nedeniyle ilerleme kaydeder. Dünya, insanlık ve düşünce, bu sayede gelişme göstermektedir.
Diyalektik, bilimin ve düşüncenin vazgeçilmez yöntemidir. Bu, sorgulama, hareketin yönünü bulma, zıtları çatıştırma sayesinde doğrunun bulunmasıdır ve kökleri Çin ve Hint felsefesine kadar da gider. Çin ve Hint felsefesinde diyalektik yöntem, naif bir tarzda ifade edilmiştir fakat her şeyin hareket ve dönüşüm halinde olduğu fikri, insanlığın düşünce tarihinde önemli bir aşamadır. Hint geleneğindeki ruh göçü kavramının temeli de buraya dayanır. Her şey, ebedi-mutlak ve Tanrısal bilgiye ulaşılana kadar sürekli değişir ve dönüşür. Bu düşüncenin izlerini Antikçağ’da, Heraklit’in öğretisinde görüyoruz. O dememiş miydi “aynı suda iki kez yıkanılmaz” diye.
Sonra Sokrates ve Platon, bu yöntemi diyaloglarında kullanarak, yani iki zıt fikri doğruyu bulana kadar birbiriyle çatıştırma yöntemini felsefe geleneğinde kalıcı hale getirmişlerdi. Söz konusu diyalektik yöntemin 17. ve 18. yüzyıl felsefesinde ve özellikle de Descartes, Spinoza, Leibniz ve Diderot gibi büyük filozoflar tarafından kullanıldığını (bunun için bkz. Dünyayı Değiştiren Düşünürler c.2 ve c.3) da biliyoruz.
Bu kuramın esası şuydu: Evrende olan biten her şey, istisnasız olarak derinde (atomlar, töz, monadlar) birbiriyle bağlantılıdır ve bunlar birbirilerini etkileyerek eninde sonunda mutlak İdea’ya, Tanrısallık katına vararak kesin çözüme kavuşmaktadır. Dolayısıyla insanlığın sorunları da böyle çözülecektir, düşünce de hakikate böyle varacaktır. Kant ve Hegel, diyalektiğe özel bir önem atfederler. Kant bunu “görüngünün mantığı” olarak ifade eder. Hegel bu anlayışı daha da derinleştirir.
Hegel Felsefesi ve Diyalektik
Hegel, diyalektiği dünyanın, toplumların ve düşüncelerin gelişmesinin yasası olarak ilan eder. Ona göre Mutlak İdea (buna Tanrısal hikmet de diyebiliriz), kendi benliğine varabilmek için somut tarihsel olgulara (suretlere) bürünmek veya somut nesnelerde ve şahıslarda hayat bulmak zorundadır. Bir nevi İdea (ruh, nefs), kendi bilincine varabilmek için söz konusu dünyevi nesneleri araç olarak kullanır. Eğer idea (ruh, nefs), söz konusu dünyevi suretlere bürünemezse, yani tarih içinde yolculuk yapamazsa o zaman kendi bilincine de varamayacaktır, çünkü kendi bilincine (benliğine) varabilmek ancak somut olguların içerdiği bilginin aşama aşama (süreçlerden geçerek, Hint felsefesinin ruh göçü kavramının izleri bura da var) edinilmesiyle mümkündür.
Hegel’e göre kurumlar, aşama aşama kendi içinde çatışarak daha iyisine evrilirken, toplumlar da daha üst ve akla uygun aşamalara varmaktadırlar. Düşünce de diyalektik çatışma sayesinde hakikate erişmektedir. Ne zamana kadar? Mutlak İdea, bütün aşamalardan döne döne geçip her şeyi (dünyayı, toplumları ve kurumları, ki buna insanları da eklemek gerekir) mükemmel (ideal terimi de buradan gelir, yani “idea”ya uygun olan) hale getirene kadar. Bunu başardığında da çatışma son bulacak ve her şey mükemmellik içinde ebedi mutlulukla sonlanacaktır.
Şimdi bir cümle daha sarf etmek gerekecektir. Nasıl ki Kant bütün süreçleri ve olguları “görüngünün mantığı” olarak ifade etmişse, Hegel de bu sürece “tinin görüngüsü” olarak ifade etmiştir. Yani her olay, olgu, kurum, şahıs, suret Mutlak İdeanın (nefs) araçlarıdır. Aktif olan nefs’tir (ruh, idea), heyula (madde, atomlar) ise ona suret kazandıran edilgen nesnedir. Belirleyici olan Mutlak İdeadır; olaylar, nesneler, suretler, insanlar ve kurumlarsa nefs (ruh, idea) kendi benliğine varsın diye onun aracı ve sureti (görüngüsü, yansıması, imajı) olmuşlardır.
Şimdi bütün bu anlayış ve mantık er-Razi’nin ezeli ilke olarak ilan ettiği nefs’in kendi benliğine kavuşmak için maddeyi araç olarak kullanması, onunla birleşmesi ve en sonunda da Tanrısal kaynağa geri dönerken alemdeki çatışmayı ve sonsuz gibi görünen kaosu sona erdirme serüvenine benzemiyor mu?
Burada duralım ve Marx’a geçelim…
Birçok Alman aydını gibi Marx da 1830’lu yıllarda Hegelcidir. Çünkü Hegel o dönemde, felsefede zirvedir. Hegel ölünce onun takipçileri de geleneksel ve “genç Hegelciler” olarak ikiye bölünmüşlerdi. Marx 1835’ten itibaren “Genç Hegelcidir ki buna “sol Hegelcilik” de diyebiliriz. ise İleriki aşamada Sol Hegelcilerin lideri Ludwig Feuerbach olacaktır. Bu akımın mensupları, Hegel’in diyalektiğinden (tinin fenomenolojisinden) kuvvetli bir şekilde etkilenmekle birlikte yukarıda açıkladığımız gibi her şeyin kaynağını Tanrısal idea da gören idealist görüşlerinden kopmuşlardır. Nedir Hegel’in idealist bakış açısı? Onun şeylerin hareketini ve gelişmesini, varacağı mükemmel aşamayı “Mutlak/Tanrısal İdea” ile açıklamasıdır. Hegel’e göre tarihin itici gücü Mutlak İdeadır, yani er-Razi’nin nefs’idir. Somut olgular, kurumlar, toplumlar ve düşünce (er-Razi’deki heyula/suretler) ise Mutlak İdea sayesinde halden hale girerler ve sonunda amaç hasıl olunca, yani Mutlak İdea kendi bilincine varınca onlar da görevini yerine getirmiş olarak ilk kaynağa döneceklerdir. Kaos ve çatışma da son bulmuş olacaktır.
Marx ve Sınıfsız Toplum İdeali
Sol Hegelciler bu kopuşu, güçlü bir din eleştirisi yapan Feuerbach’a borçludurlar. O günkü havayı Engels mealen şöyle anlatır: “Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Eleştirisi” bir şimşek gibi çakmış, bir yıldırım patlaması gibi etkide bulunmuştu, bir anda ruhumuzu bir ferahlık, bir aydınlanma ve iyimserlik kaplamıştı. O andan itibaren de hepimiz Feuerbachçı olmuştuk.”
Fakat 1844’ten, özellikle de Paris ziyaretinden sonra oradaki “komünist” siyasi akımlarla ve özellikle de Friedrich Engels’le tanıştıktan sonra Marx, hem Hegelcilikten hem de Feuerbachçılıktan koparak kendi ilkelerini bir deftere not edecektir. Bu ilkeler sonradan “Feuerbach Üzerine Tezler” olarak ünlenecektir (Dünyayı Değiştiren Düşünürler c.4). Bu tezler sadece Hegel’in idealist felsefesinden değil, aynı zamanda diyalektik süreci kavramayan Feuerbach’ın metafizik materyalizminden de kopuştur.
Peki bu ne demektir? Bu, Marx’ın Hegel’in ilkelerini tersinden okuduğu anlamına gelir. Nitekim Marx sonradan bunu, “Hegel’in idealist kuramını ayaklarının üstüne oturttuk” diye ifade edecektir. Hegel her somut olguyu Mutlak İdeanın bir görüngüsü olarak görmüyor muydu? Yani olan bitenin nedenini Mutlak İdeanın tarihteki yolculuğuyla açıklamıyor muydu? İdea her şey, madde ise hiçbir şey değil miydi? Her şey Mutlak İdeadan kaynaklanmıyor muydu? Marx bunu tersine çevirir ve der ki “şeyleri belirleyen onların görüntüsü değil, görüntüyü belirleyen şeylerin kendileridir”. Yani gelişmeyi belirleyen idea (nefs) değil, maddenin doğasıydı. İşte bu, Hegel öğretisinde tayin edici bir kopuştur. İlerleyen süreçte Marx, insanlığın ve tarihin itici gücünün, hareket ettirici nedenin, bilinmez bir Mutlak İdea değil, sınıf farklılıklarından kaynaklanan sınıf çatışması olduğunu söyleyecektir. Her ne kadar Marx Hegel’in idealist mantığını bir kenara atsa da onun gelişmeleri ve tarihi açıklayan felsefi mantığını olduğu gibi almıştı. Marx’a göre insanlık daha baştan itibaren kendi içinden sınıflara bölünmüş ve o gün bugündür, sınıf çatışmaları sürecinde ilerlemektedir. Buna kaos aşaması diyebiliriz. İnsanlık her yeni toplumsal formasyonda (aşama/suretler) daha da ileriye gitmektedir, çünkü daha üst bilgiyle donanmaktadır. Ne zamana kadar? Proletaryanın, yani “zincirlerinden başka bir şeyi olmayan” emekçilerin (nefs/idea) kendi bilinçlerine varana dek; yani savaşların savaşı olacak bir devrimle iktidarı alana ve bütün insanlığı adım adım sınıfsız topluma geçirene dek. Sınıfsız toplumun bütün dünyada inşa edilmesinden sonra da sınıf çatışmaları, yani kaos/anarşi dönemi son bulacak, insanlık ebedi özgürlüğüne yeniden, ama bu kez daha aydınlanmış, daha ilerlemiş ve daha bilinçlenmiş olarak kavuşacaktır. Görüldüğü gibi Marx, er-Razi’nin nefs’i, Hegel’in Mutlak İdeasının yerine proletaryayı koymuş; insanlığın dünyevi kirden ve bozulmuşluklardan arınmasından sonra, yani muazzam bir kültürel değişimden, nefsin ve ideanın kendi bilincine varmasından, Tanrısal hikmete varmasından sonra yeni bir insan tipi olarak; Nazım’ın “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” diye ifade ettiği ebedi özgürlükler dünyasına kavuşmuş olacaktır. Felsefi benzerlik inanılmaz değil mi?…
Bir yanıt yazın