
Kadınlar Başa Geçince
Sene MÖ 392…
Bir şafak vakti Atina’nın ara sokaklarından çıkan erkek kılıklı kadınlar, en önde Praksagora olmak üzere sessizce şehir meclisinin toplandığı Foruma doğru ilerlerler.
Kentin erkekleri ise mışıl mışıl uyumaktadırlar. Fakat bir süre sonra uyandıklarında hayatlarının sürprizini yaşayacaklardır.
Uyku mahmurluğu içinde ellerini attıkları giysileri giyinmeye çalışırlar fakat ne donlar onların donları ne de fistan onların fistanlarıdır…
Esas şoku ise birazdan yaşayacaklardır…
Kadınlarsa tanınmamak için başları eğik bir şekilde halk meclisine doluşmaktadırlar… Hile fark edilmesin diye de yüzlerini toprağa bulamış, kasketlerini de burunlarına kadar indirmişlerdir. Toplantı açılır ve meclis başkanı yapılan önerileri halk oylamasına sunar. Önerilerden biri de bütün yetki ve kararın bundan böyle kadınlara devredilmesidir…
Kendisi de bir erkek olan meclis başkanı ilk anda garipser bu öneriyi ama içi rahattır. Nasıl olsa bu abuk öneri, erkeklerin oylarıyla reddedilecektir. Ama hiç de öyle olmaz. Karar oy birliğiyle alınır ve işin aslı da o andan itibaren ortaya çıkar.
Artık çok geçtir. Bundan böyle Atina’yı kadınlar yönetecektir…
Şimdi cümbüş başlamaktadır…
Praksagora alınan kararları anlatmaya başlar güne uyanan erkeklere:
“Gelecekte her şey ortak olacak ve her şey herkese ait olacak.
Herkes aynı şekilde beslenecek, zengin olmayacağı gibi yoksul da kalmayacak.
Olmayacak beylerden birinin hektarlarca toprağı, diğerinin yokken bir mezar yeri…
Olmayacak birinin düzinelerce kölesi, diğerinin yokken bir hizmetçisi…
Hayır! Her şey herkese eşit ve ortak verilecek ve istisnasız her şey ve özellikle de yaşam ortak olacak!”
Hikâyenin devamı daha da eğlenceli… Çünkü bundan böyle isteyen güzel kadınlara sanki onlar babasının malıymış gibi de el koyamayacak. Bundan böyle herkes kısmetine ne düşerse onu alacak.
Aşüfteler de kara yağız delikanlıların aklını çelemeyecek köşe başlarında, onların kısmetine de icabında birkaç dişi kalmış yaşlı ve yürümekte zorlanan kötürümler de düşecek…

Aradan tam 2282 yıl geçer…
Sene 1890…
Bu kez Afrika’nın çöllerindeyiz.
Molla Abbas, her zamanki gibi yine bir seyahate çıkmıştır. Ama bu kez yolu Sahra Çölü’ndeki Kadınlar Ülkesi’ne düşer. Ülke, uygarlıktan bihaber, pek alışık olunmayan örf ve âdetlere sahiptir; her yer pislik içindedir. Burası medeniyetten nasiplenmemiş, vahşi ve savaşçı kadınların yönettiği bir tür Amazonlar ülkesidir. Kadınlar Ülkesi, kadınların erkekler üzerinde zorbalıkla hâkimiyet kurduğu, erkeklerin damızlık olarak kullanıldığı, çocuk bakım ve ev işlerinin erkekler tarafından yapıldığı, kadınların birbirlerine karşı kıskanç ve zorba; dış ülkelere karşıysa saldırgan oldukları bir diyardır.
Bu kadınlar, eşlerini cariye seçer gibi kendileri seçerler, gerektiğinde bir erkek uğruna kıyasıya savaşa da tutuşurlar. Erkeklerse yüzlerini peçeyle kapatır, çıtkırıldım ve çekingendirler; “karıların” korunmasına muhtaçtırlar; çocuk bakımı onlardan sorulur, ev işlerini onlar görür, akşam eve gelen karısının (kocası mı desek) bütün kabalıklarını ve kaprislerini onlar sineye çeker, yatak sefası için onlar pudralanır, bıyıklarını onlar yağla ovarlar, buram buram esans kokar ve bütün süslerle donanarak komikleşirler.
Kadınlar çocuk doğurdukları ve emzirdikleri için kutsaldırlar; erkeklerse “saçları uzun akılları kısa” yaratıklardır. Erkeklerin bütün marifetleri ise karılarının gönüllerini hoş tutmaktır. Erkeklerin kadınlarla eşit olması, onlar açısından “şeytanın düzenini” inşa etmektir. Genel anlamda erkek demek “şeytan” demektir.
Kim bilir belki de günümüzde birçok erkeğin(?) can atarak ziyaret etmek isteyeceği bu diyardan Molla Abbas ve Fransız safariciler canlarını kaçarak zor kurtarırlar.
Bunların her ikisi de aralarında 2500 sene olmakla birlikte ütopyadırlar. Öznesi kadın olan ütopyalar…
Ütopya, yani “yok-ülke”, İngiliz başbakanı Thomas More’un insanoğluna armağan ettiği muhteşem bir kavramdır. Yazarımız Hüseyin Cahit Yalçın ise ütopyayaı Türkçede “hayat-ı muhayyel” olarak ifade eder. Bu kavram sadece geleceğe dair büyük özlemlerimizi dile getirmez, aynı zamanda hem toplumsal eleştirilerimizi içerir hem de bize yaşam enerjisi verir.
İnsanoğlu ütopyasız yaşayamaz. İnsanoğlu ütopik düşünce olmadan bir adım bile atamaz. İnsan, ütopik bilinç sayesinde hayvanlar âleminden çıkıp kurtulmuştur.
İnsanın insan üzerindeki baskı, sömürü ve zulmü yerleşik hale geldiğinden bu yana toplumsal düş gücümüz de kanatlanmıştır. Bunun ilk ürünü, Sümerlerin Tilmun Adası ve dinlerin insanlığa vaat ettiği cennetler olmuştur. Bunu sonra Yunan mitolojisini yaratan Hesiodos’un “altın çağ” tasviri takip etmiştir.
Kadının Adı Neden Yok?
Gelgelelim bu ütopyaların birçoğunda özgürlük, eşitlik ve mutluluk vaadi vardır da kadının nerede durduğu çoğunlukla belli değildir.
Ütopyaların bu konuda zaaflar taşıdığı, kısır kaldığı birçok yazar tarafından dile getirilmektedir. Ütopyalarda kadının yerinin hakettiği konumda olmayışı, en çok yeni çağın bir talebi ve sorunsalı olarak önümüze gelmektedir. Aydınlanmış modern insan, haklı olarak geçmiş ütopyaları bu açıdan sorgulamıştır. Sorgulayanların birçoğu da doğal olarak kadın hareketinin önemli isimleridir ki bunların başında kadının konumunu ekonomik ilişkiler çerçevesinde sorgulayan Charlotte Perkins Gilman, Marion Zimmer Bradley, Sally Miller Gearhart, Ursula LeGuin, Marge Piercy, Joanna Russ, Françoise d’Eanbonne ve Monique Wittig gelir.
Eski ütopyaların birçoğunda kadınlardan belli belirsiz bahsedilmektedir ancak gerçek anlamdaysa onun adı henüz yoktur. Klasik ütopyaları kuşbakışı incelediğimizde kadınların bu eserlerde toplumsal yaşamın sadece kenarında yer aldıklarını görürüz. Ne yazık ki kadınlar, eski zaman ütopyalarının birçoğunda ikinci sınıf vatandaş olarak yer bulabilmektedirler.
Örneğin Platon’un Devlet’inde kadın sadece ileri yaşlarında yönetici olabilmektedir. Çünkü genel anlamda kadın, olası kötülüklerden korunması gereken “körpe kuzu”dur. Eve kapatılır ve sadece kadınlara has paralel bir toplumda varlık gösterebilir. Kısmen büyük toplumsal merasimlerde, cenaze törenlerinde ve festivallerde ortaya çıkmaktadır fakat bunun dışında onun yeri evidir; ve ticaretle uğraşamaz, anlaşma ve protokollere imza da atamaz. Dolayısıyla kadınlar siyasi haklardan da önemli oranda mahrum kalırlar. Ne var ki buna rağmen Platon’un ütopyasının kadınlar açısından ilerici olduğu iddia edilmektedir, çünkü geleneksel anlamda Atina dünyasında kadın ya çocuk bakıcısıdır ya kocasının hizmetine koşulmuş bir hizmetçidir ya da fahişedir.
Thomas More ve Campanella’nın ütopyalarında da durum üç aşağı beş yukarı böyledir ki More’un Ütopya’sında kadınlar o günün siyasi anlayışına uygun bir şekilde “ev kadını” rolündedirler.
Bu durum kuşkusuz eleştirilmelidir ancak şu da bilinmelidir ki sonuçta bütün söz konusu yazılı metinler, yazıldıkları dönemin toplumsal koşulları tarafından belirlenir; bu yüzden bilinçler de o koşullarla sınırlıdır, her ne kadar bunlar geleceği tasvir eden ütopyalar olsalar bile. Ütopya olunca bilincin sınırı ortadan kalkmıyor, o sınır sadece göreceli olarak genişliyor.
Önemli bazı antropologlar, insanlığın uzun bir anaerkil dönem geçirdiğini ileri sürerler. İleri sürdükleri tezlere bakılırsa ataerkil toplumlar uygarlıkla birlikte ortaya çıkmış yeni, ama sancılı bir dönemi ifade ederler.
Uygarlıktan bize miras kalan ve günümüze kadar ulaşan yazılı metinlere bakılırsa kadınlar hayatın merkezinde değillerdir. Erkektir ticaret yapan, savaşı başlatan ve sonlandıran; yasa koyan ve toplumsal kuralları belirleyen ve bunları uygulatan. Dolayısıyla dönemin düş gücü (ütopya) de önemli ölçüde erkeğe aittir.
Durum dinler açısından da farklı değildir. Nitekim kadınlar cennete erkekleri eğlendiren huriler olarak girebilmektedirler. Çünkü tek tanrılı dinler de öz be öz erkektirler. Kadınlar orada, erkek dünyasını yaşanılır hale getiren ve dolayısıyla vazgeçilemeyen, “salih, iffetli, bakire ve güzel”, kimi zaman da denetim altında tutulması gereken “şeytani” varlıklardır. Kadınlar gerçek hayatımızda toplumların günlük yaşamını düzenler; bir bakıma yaşamın merkezinde erkeklerden daha fazla yer alırlar fakat gel gör ki hayatı hikâye eden kitaplarda yer almazlar.
Kadının ezilmişliği tarihsel bir gerçektir ve bu ezilmişlik öylesine katmerlidir ki Antikçağın hiciv ustası Aristophanes, girişte bahsettiğimiz kadınlar meclisini (Lysistrata’yı adlı eserinde) anlatır.
Lysistrata MÖ 392/391 yılında yazılmış bir eserdir. Eser bir bakıma, ezelden beri Yunan diyarında kıyımlara neden olan savaşın acımasızlığını dile getirir ve toplumsal barışı sağlayacak bir çözüm yolu arar. Eserde ironik tarzda dile gelen komünist düzen, aynı zamanda dönemin siyasal bilincini yansıtması açısından dikkate değer. Eser ayrıca Platon’un Devlet’inden çok önceleri yazılmıştır.
Antikçağın bir başka yazarı olan Jambulos ise Güneş Adaları’nda kadını özgür ve hakettiği konuma, yani erkekle eşit bir konuma yükseltir.
Bu özgürlükçü damar Aydınlanma çağından sonra da devam eder. “Kadının toplumsal konumu, toplumların gelişmişlik derecesinin de ifadesidir” diyen Charles Fourier gibi erkek yazarlar da kadınların sorunlarına tercüman olmuşlardır.
Kadınlar Neden Ütopya Yazamadı?
Peki kadınlar neden kendi ütopyalarını yazamadı? Bunun kuşkusuz en önemli nedenlerinden biri kadınların ataerkil toplum yapısı nedeniyle siyasi, kültürel ve kurumsal alanlardan dışlanmış olmalarıdır. Bu nedenle de kadınlar arasındaki okuryazarlık oranı oldukça düşüktür. Doğal olarak birkaç istisna dışında kadınların yazın alanında ürün vermesi de imkânsız hale gelmiştir.
Topluma ve kendi varlığına yabancılaştırılan kadın, bir noktadan sonra kendisine dayatılan ideolojik bilinci içselleştirmiş, hakkında yazılan ve düşünülenleri gerçeğin kendisi olarak kabul etmiş ve bunun aksini iddia eden çıkışlar da yapmamıştır; asıl trajedi de budur.
Kadın Ütopyası Olur mu?
Eğer ütopya, yeni bir toplum ve devlet tasarısıysa ve yine eğer ütopya, mevcut verili toplumsal sistemin bir eleştirisi ve onun aşılması için yazılmış bir toplum tasarısıysa, o zaman kadınların ütopyası da olmalıdır. Çünkü kadınlar, ezelden beri en çok ezilen, erkeğin baskı ve şiddetine maruz kalan ve dolayısıyla toplumda en çok baskı altına alınan ve en çok aşağılanan olarak öne çıkarlar. Bu durumun değişmesini isteyen kadınlar da zamanla kendi ütopyalarını kaleme almışlardır. Bu nedenle de onlar, kaleme aldıkları ütopyalarda mevcut duruma itiraz etmiş ve kendi açılarından yeni ve başka bir dünya düşlemişlerdir.
Kadın ütopyalarında kadınların konumunun ve toplumsal ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair yoğun bir tartışmaya özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren şahit oluyoruz.
Mevcut “erkek” ütopyaların antitezi olarak yazılan feminist ütopyaların bazıları yeni bir bakış açısı sunmakla birlikte ne yazık ki önemli bir kısmı iddialarında başarılı olamamışlardır.
Kadınların konumunu yükseltelim derken, “erkek ütopyaları”nın düştükleri hatalara düşen feminist yazar sayısı pek de az değildir. Erkeklerin konumunu zıddına çevirince ya da kadını tahtından indirilmiş erkeğin tahtına oturtunca kadın kurtulmuş olmayacaktır. Esaret sadece yer değiştirmiş olmaktadır. Neticede bu türden ütopyalar en çok kadınlar tarafından eleştirilmiştir. Kadınla erkeğin ilişkisi daha baştan itibaren sorunluydu ve bu sorun toplumların gelişmesiyle birlikte daha da ağırlaşmıştır. Bu sorunun ilelebet devam edeceğini varsayarsak yeni toplumsal tasarılarda her iki cinsin de mutlu olabileceği bir bakış açısı edinmek de yararlı olacaktır.
Yeni kadın ütopyalarında kurumlar ve roller esasta sorgulanmamış, erkeklere sunulan özgürlükler ve olanaklar bu kez de ayrıcalıklı bir kesim olan kadınlara sunulmuştur. Halbuki esas marifet, ütopyalar aracılığıyla ataerkil düzeni ve bunun düşüncedeki izlerini aşmak ve yeni bir “kadınlık” kavramı yaratmaktır. Kadın ütopyalarının birçoğu ne yazık ki hem edebi hem de estetik açıdan erkek ütopyalarının ikiz kardeşleri gibidir.
Feminist ütopyalarının en büyük sorunu, toplumsal iş bölümünde neyin kadına has, neyin erkek işi olduğu konusundaki tartışmalara verdikleri yanıttır. Birçok eleştirmen -ki bunların arasında kadın yazarlar da vardır- feminist hakların, erkeklere sunulanın aynısı olduğunu ya da zıddı olmadığını belirtirler.
Charlotte Perkins Gilman, modern dönemin ilk kadın ütopya yazarıdır. Ancak Angelika Bammer “Vision and Re-Vizion” (1982) adlı doktora teziyle, Christine de Pizan’nın Gilman ve Thomas More’dan önce kaleme aldığı Kadınlar Kentinin Kitabı ile hem modern çağın ilk ütopya yazarı olduğunu hem de ütopya yazınının erkeklerin tekelinde olmadığını kanıtlamıştır.

Christine de Pizan Kadınlar Kentinin Kitabı’nı Bolonyalı rahip Matthaeus’un kadınları aşağılayan eseri Lamentationes Matheoli’yi (Matthaeus’un Ağıtı) okuduktan sonra yazmaya karar vermiştir. Kadınlar Kentinin Kitabı kadınları aşağılanmaktan ve horlanmaktan korumak için kurulan bir kentin inşa sürecini anlatır. Yazar üç bölümden oluşan kitapta kenti, taş, ağaç ve harç kullanarak değil, fakat tarihte ulvi görevler üstlenen kahraman kadınların hayatını anlatarak inşa eder. Pizan, Rönesans döneminde kadınları, Katolik kilisesinin ve onun kültür dünyasının aşağılamalarına karşı koruyan ilk feminist çığlıktır.
Gilman’nın Herland’ı (Kadının Ülkesi) stil olarak Pizan’ın izinden gitmez, ama yine de egemen erkek bakış açısına karşı eğlenceli bir itiraz yükseltir. Herland’ta kadınların toplumsal konumu, klasik anneliğin sınırları içinde düşünülmüştür. Toplum anaerkil bir toplumdur, ilişkiler göreceli olarak rafinedir ve kadınlar arasında sınıf farkı yoktur. Eşitlik hüküm sürmekle birlikte toplumda esasta bir değişiklik yaşanmamıştır.
Erkek yazarlar ütopyalarında kadınların varlığını yadsımamışlardı; düşük bir konumda olmakla birlikte yer aldığı bir toplum düşlemişlerdi. Kadın yazarların önemli bir kısmı ise erkekleri kadın dünyasından kovmuş, toplumun dışına sürmüş ve bu nedenle de karşı karşıya olduğumuz sorunla esasta yüzleşmekten kaçınmışlardır.
Gilman eserinde More’un tekniğini kullanarak Herland’ın üç Amerikalı erkek tarafından keşfedilmesini (ziyaret edilmesini) sağlar. Ziyaretle birlikte erkek-kadın (feminist) çatışması da başlar. More’un Utopia’sı mükemmel bir ülkeyken, Herland ise kadınların özgür olmalarına rağmen çatışmalı bir toplumdur. Sonuçta Gilman, bir köşe taşı koymakla birlikte ilerici güçlere toplumsal ilişkilerde yeni ve yol gösterici bir model sunamamıştır.
Kadın Ütopyalarında Yeni Arayışlar
Kadınların kaleme aldıkları ütopyalarda (bilimkurgu) baskıyı, adaletsizliği ve eşitsizliği aşabilmek için kimi zaman üçüncü bir cinsiyet de tasarlamıştır. Cinsiyeti nötr olanlardan meydana gelen toplumların yanı sıra iki cinsiyetli toplumlar da tasavvur edilmiştir. Bu tasarıların bir kısmı önümüzdeki süreçte DNA alanında kat edilecek gelişmelerin ışığında yabana atılır türden tasavvurlar olmasa gerek; bunlar gerçekleşmesi muhtemel tasarılardır.
Bazı tasarılarda ise benliğinde her iki cinsiyeti birden taşıyan insanoğlu, bazı dönem ve durumlarda cinsiyetini bizzat kendisi belirleyebilmektedir. Bu durumda her iki cinsiyeti birden edinebilen insanoğlu herhangi bir cinsin baskı altına alınmasını ya da bunu kurumlaştırılmasını düşünmeyecektir.
Bunun dışında kimi ütopyalarda lezbiyenlik, kadınların erkek baskısından kurtulmak için başvurdukları çarelerden bir diğeri olarak sunulmaktadır. Bu durumda nesli devam ettirebilmek için çocuklar ya klonlama yoluyla ya da erkeklerin damızlık olarak kullanılması suretiyle peydahlanmaktadır.
Türk Ütopyalarında Kadın
Türk ütopyaları esas olarak Osmanlı’nın yıkılışı sürecine denk gelen Tanzimat’la birlikte, yani 19. yüzyılın ortalarından sonra yazılmaya başlanmıştır. Kadın konusu, yani kadınların toplumsal konumu, ilk ütopyacılarımızdan olan Ziya Paşa ve Namık Kemal’in eserlerinde özel bir bölüm olarak yer almaz.
Büyük aydınlanmacı İsmail Gaspıralı, feminizmin henüz Avrupa’da bile revaçta olmadığı çok erken bir dönemde (1890) yukarıda bahsettiğimiz ikinci öyküyü, yani Kadınlar Ülkesi’ni bir distopya (erkeklerin içinde bulundukları garabet) olarak kaleme almıştır. Gaspıralı birçok makalesinde kadınların içinde bulunduğu toplumsal geriliğe dikkat çekmiş; onların gelişmesi ve aydınlanması için sadece makaleler kaleme almamış, aynı zamanda okul ve dershaneler de kurarak birçok genç kızın ve kadının aydınlanmasına ve toplum hayatına katılmasına katkıda bulunmuştur. Ardından Kadınlar Dünyası adıyla bir de dergi yayımlamış ve dergiyi kızı Şefika Hanım’ın denetimine bırakmıştır.
Gaspıralı’nın Kadınlar Ülkesi’ni yazma amacı, Osmanlı’nın içinde bulunduğu toplumsal geriliğe ve insan (erkek-kadın) ilişkilerindeki sefalete dikkat çekmektir. O, gülünecek/acınacak durumumuzu bir eserle gözler önüne sererek bir bakıma bize ayna tutmaktadır.
Gaspıralı kadın erkek ilişkilerini daha önceden kaleme aldığı ve gazetesinde tefrika halinde yayımladığı Darür-rahat Müslümanları (Türk Ütopyaları adlı kitabımızda yer almaktadır) adlı eserinde ortaya koymuştu. Ancak Kadınlar Ülkesi Osmanlı’nın içinde bulunduğu geriliği ve özellikle de kadın erkek ilişkilerindeki çarpıklığı enine boyuna işlemektedir.
Sonuç
Kısaca özetlemek gerekirse söz konusu kadın ütopyalarında:
– Kadının toplumdaki dezavantajlı konumu, ataerkil düşünce tarzıyla birlikte toplumsal kurum ve ilişkilerden silinememektedir.
– Kadın ütopyalarında dile gelen cinsiyet sorunu kadınlık kavramına yeni bir içerik kazandıramamıştır.
– Ayrıca cinsiyetçiliği aşmayı sağlayan yeni bir dil ve üslup da yaratılmamıştır.
– Kadınların toplumdaki tali rolü ancak öncü bir anlatım ve tezlerle aşılabilirdi. Aynı dili, hikâye ve tarihi yeniden üretmenin ötesine geçilmelidir.
Ezilmişliğin mekânını özgürlük diyarına çevirmek ancak mekânın tarihsel-toplumsal ilişkilerinin devre dışı kalmasıyla mümkündür. Bu ise erkeklerin katılımıyla mümkündür. Erkeklerin olmadığı ya da dışlandığı bir toplumda özgür bir ortam tek başına mümkün değildir, çünkü ütopya mevcut toplumsal ilişkilerin nasıl dönüşüme uğratılacağını göstermelidir. Erkeğin olmadığı bir ülkede kadınlık kavramının yenilikler içermesi olanaksız gibi görünmektedir.
Bir yanıt yazın